17 Kasım 2018 Cumartesi

DÜNYANIN EN ESKİ FOSİL AYAK İZLERİ KULA JEOPARKINDADIR

        Son günlerde yazılı ve görsel basında, özellikle de sosyal medya üzerinde “Dünyanın en eski fosil ayak İzleri”nin kendi ülkelerinde olduğunu iddia eden yazı ve fotoğraflar yayınlanmaktadır.
Ülkemizde, Manisa ili, Kula ve Salihli sınırları içinde de bir örneği bulunan ilk insan fosil ayak izlerinin en eski izler olduğu ancak tanıtımının yapılamadığı için göz ardı edildiği Araştırmacı Yazar Mustafa Uçar tarafından ortaya atıldı.
         Uçar yaptığı açıklamada; “Batı Anadolu'da Kuvaterner volkanizması sadece Manisa iline bağlı Kula ilçe merkezi dolaylarında alkali bazaltik lavlarla temsil edilmekte olup yapılan radyometrik yaş tayinleri ile 1,7 milyon-25.000 yıl arasında aktif durumda olduklarını Prof. Tuncay Ercan 1993 yılı MTA dergisindeki makalesinde vurgulamıştır “dedi.
     
Fosil Ayak İzleri
 Uçar açıklamalarına şöyle devam etti; “ Bu makalede Sayın Ercan hocam ’Batı Anadolu'daki ve inceleme alanındaki çalışmaların oldukça eski yıllardan beri süregeldiğini, özellikle Kula çevresindeki, Kuvaterner yaşlı genç bazaltilt volkanizma pek çok araştırıcının ilgisini çekmiş ve çeşitli çalışmalar yapılmıştır.’ Diye açıklamıştır.
       Mustafa Uçar; “Anılan makaleye dayanarak, ilk kez 2000 yıl kadar önce, ünlü Anadolu’lu coğrafyacı Strâbon, Kula çevresini gezmiş ve yazdığı kitabında bu bölgeye Katakekaomene (Yanık ülke) adını vermiştir. Hamilton ve Strickland (1841), Tohihatcheff (1889), Texler (1882), Washington (1804 ve 1900) ve Phllippson (1013) bölgedeki ilk jeolojik çalışmaları yapmışlardır.
        Ayrıntılı jeolojik çalışmalar ise Crawford (1964) ile belirginleşmekte olup, araştırıcı değişik volkanitlerde ilk kez ayrıntıya girmiştir, Beckmann (1964) ve Bergo (1964), Kula bazaltlarının Kuvaternerlerin yaşlı olup, Son evrede oluştuklarını öne sürmüşlerdir.” Şeklinde açıklama, anılan makalede yer almaktadır.
          Burada, son cümleye dikkatinizi çekerim” diye konuşan Uçar “Lavların son evrede yani 25.000 yıl önce oluştuğu vurgulanıyor. Son aylarda özellikle yerelde ise Salihli, Sindel mahallesi civarında bulunan fosil ayak izlerinin 11-12 bin yıla indirgendiği görülmektedir. Bunun hiçbir bilimsel veriye dayanmadığını, bizdeki fosil ayak izlerinin yukarıdaki bilimsel verilere dayanarak rahatça 25.000 yıllık olduklarını söyleyebiliriz. Ayrıca anılan bölgenin yakınlarında yerel halkın “Kanlı Kaya” adını verdiği, üzerinde kırmızı boyalar ile insanların çizimleri olan bir blok kaya ve yine civarda mağaralar olduğunu biliyoruz” diye konuşan Uçar açıklamalarını şöyle tamamladı;
Katakekaomene (Yanık ülke)  Kula Jeopark Alanı

           “Günümüzde Salihli ilçesine bağlı mahalle durumunda olan Adala’nın doğusunda bulunan Divlittepe sönmüş yanardağ kraterinin Çakallar mevkiinde, 1969 yılında MTA araştırmacısı Mustafa Çelik tarafından fosil insan ayak izleri bulunmuştur.
Bu tip izlerin dünya üzerindeki bilinen örnekleri Fransa,   Tanzanya, Macaristan ve İtalya’dadır. Ancak buralardaki buluntular bir insana aittir. Oysa Salihli yakınlarındaki buluntuda kadın, erkek, çocuk, hayvan hatta ellerinde taşıdıkları sopaların, dinlenmek için yere bıraktıkları objelerinde izleri görülmektedir. Yani bütünseldir, çok değerlidir.
         “Thermoluminescence” adı verilen, güvenilir arkeolojik tarihlendirme metodu ile bu buluntuları inceleyen Doç.Dr. Yeter Göksu, 1978 yılında yaptığı açıklamada “Buluntuların yirmialtıbin yıllık Olduğu”nu belirtmiştir.
            Fosil insan ayak izleri bizlere insanoğlunun tarih öncesi çağlarda/Prehistorya’dan bu yana bölgede varlığını kanıtladığı gibi, insanlarla birlikte görülen hayvan izleri, o çağda yaşayan insanların hayvanları evcilleştirdiklerini, ellerinde taşıdıkları asa, sopa benzeri izlerse alet kullanacak olgunluğa eriştiklerini gösteriyor

    Bana göre bölgede 25.000 yıl önce yaşayan bir topluluk ve kendilerine ait bir kültür vardır. Bu bölgenin arkeologlar ile jeologlar tarafından dikkatle araştırılması sonucunda insanlık tarihine yeni bir ışık yakacak bilgiler elde edebiliriz.
     Manisa Büyükşehir, Salihli ve Kula Belediyelerinin işbirliği ile kurulan “Kula Jeopark Belediyeler Birliği” yönetiminin konuyla yakından ilgileneceğine inanıyorum” dedi.

2 Ağustos 2018 Perşembe

7 ÖNEMLİ KİLİSEDEN BİRİSİ; SARDES KİLİSESİ

               Havarilerden birisi olarak kabul edilen Aziz Yuhanna, İsa Peygamberin ölümünden sonra Hıristiyanların baskı altında yaşadıkları Kudüs ve civarından, yanına Hz. Meryem’i de alarak Anadolu’ya göç etmişti. Güçlüklerle dolu çetin bir yolculuktan sonra, birkaç kiliseyi ziyaret ederek, Efes’e kadar ulaşmışlardı. Burada zamanının birçoğunu Efes Kilisesine hizmet ederek geçiriyordu.
              Hıristiyanlığın Azizi Yuhanna’nın daha İ.S. 1.yüzyılda, Efes’te verdiği vaazları, Lidya ve Ege’deki gezileri sayesinde, yeni bir din olan Hıristiyanlık, putperestleri ve Yahudileri kendine çekmişti.
İncil'de adı geçen 7 Kilise
          İ.S. 1.  yüzyılda, Bergama, Efes, Sardes (Salihli), Thyateria (Akhisar), Philadelphia (Alaşehir), Symirna (İzmir) ve Laodikeia  (Denizli)’da bulunan Hıristiyan Kiliseler, “Kutsal” unvanı almıştı. Bu onursal bir unvandır. Çünkü Hıristiyanlık, İ.S. 324’te resmi din olarak kabul edilinceye kadar, ilk inananlar evlerde, mağaralarda gizli olarak toplantılar yapmışlar ve bu yeni dini bu şekilde yaymışlardı.
          Yuhanna’nın Efes’te çok uzun bir süre kalmadığı yaygın bir kanıdır. Ancak baştanbaşa geçtiği Anadolu coğrafyası, onu cemaatler açısından oldukça bilgilendirmişti.
          Paganlar, Efes’te de Hıristiyanlığa karşı olan baskılarınıarttırmış ve Yuhanna'da bütün bu olanlardan nasibini almış, Kuşadası’nın karşısındaki Samos adasına sürgüne gönderilmişti. Kendisi sürgünde kaldığı zaman zarfında bugün İncil’in son bölümü olan Vahiy bölümünü yazmıştı.  Vahiy bölümünde, dünyanın son zamanları hakkında (Teslis ; Baba,Oğul ve Kutsal Ruh) Oğul Tanrının bilgileri yansıtılır ve Yuhanna bu bilgileri Anadolu’da bulunan 7 kiliseye mektup yazarak ulaştırmıştır.
Sardes Kilisesi ve Artemis Tapınağı
      Günümüzde, Hıristiyan cemaatlerce ziyaret edilen yerler,Aziz Yuhanna’nın gezdiği bu kiliselerdir. Aslında yapılan bu ziyaretlerde bir binadan daha çok bir Hıristiyan cemaatinin yaşadığı yerle rdüşünülmelidir. Bir cemaatin olduğu yerde elbette daha sonraları kilise binaları da yapılmıştır.
         Bu gün, Artemis Tapınağının güneydoğu tarafı, sağ köşesinde küçük bir kilise vardır. Burası, putperestliğin terk edilmesinden sonra, İS. 400 yıllarında yapıldığı düşünülmektedir. Yarım yuvarlak apsisli, tek nefli bir yapıya, 5.yüzyılın sonu ile 6. yüzyılın başında yapının uzunluğu boyunca bazı ekler yapılmıştır. Aslında bir Şapel olan bu bina, İncil’de adı geçen kilise olarak ziyaret edilmektedir.
      Artemis Tapınağı ile kilise arasında mimari hiçbir bağlantı bulunmamaktadır. 7. yüzyılda meydana gelen deprem ve toprak kaymaları nedeniyle hem tapınak hem de kilise yıkılmış, uzun süre toprağa gömülü durumda kalmıştır.
          Arkeoloji gurubunun 1910’da başlattığı kazılardan sonra tapınak tümüyle ortaya çıkarılmış, 1961’de de kilise onarılarak ziyarete açılmıştır.
Sardes Metropolithanasinden geriye kalan kolonlar
          Konumuz, 7 Kiliseden biri olan Sardes Kilisesi olduğundan, buraya gönderilen mektuptan söz edeceğiz;
          Sardes’e gönderilen mektup:
          Tanrı’nın yedi ruhuna ve yedi yıldıza sahip olan vahiy şöyle diyor;
Sardes Kilisesi
       Senin yaptıklarını biliyorum. Yaşayan topluluk olarak ad yapmışsın, ama ölüsün. Uyan! Geriye kalan ve ölmek üzere olan şeyleri güçlendir. Çünkü Tanrı’mın önünde senin işlerinin tamamlanmamış olduğunu gördüm. Bu nedenle neler aldığını, neler işittiğini hatırla. Bunları yerine getir, tövbe et! Eğer uyanmazsan, ben hırsız gibi geleceğim. Sana hangi saate geleceğimi hiç bilemeyeceksin. Ama Sardes’te, aranızda giysilerini lekelememiş olan birkaç kişi var ki, onlar beyazlar içinde benimle birlikte yürüyecekler. Babamın ve O’nun meleklerinin önünde o kişinin adını açıkça anacağım. Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin.
           Sardes’de, o dönemlerde zengin bir Yahudi topluluğu yaşıyordu. Mektupda Yuanna; Parayı icat ettiğin ve altın zenginliğinden dolayı ünlü bir yersin ama inancına yeterince sahip çıkmadığın için “ölüsün” diye suçluyor. İnançlı birkaç kişinin dışında, diğer Hıristiyanların da uyanarak, inançlarını -diğer inançlara karşı (Pagan ve Yahudiler)- güçlendirmelerini vurguluyor.
           395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu Sardes, Bizantion’lılara (Bizans) geçti. M.S.56–59 yılları arasında yapılan, İncil’de adı geçen 7 kiliseden birisi olan Ortodoks Hıristiyan kilisesinin başına bir Piskopos atayarak kenti din merkezi konumuna getirdiler. 
       
  Egemenliklerinin ilk yıllarında Bizanslılar, kentin eski görkemli günlerin anısına saygı duyarak Roma mimarisinin yanına kendi genç dönem eserlerini yapmışlardır. Bunlardan en önemlisi;   Sardes Metropolithanesini burada inşa etmeleridir.   Eski İzmir yolu kuzeyinde yer alan Metropolithane’nin günümüze ancak beş kolonu ulaşabilmiştir.
         Tarihçi Clive Foss, Byzantine and Turkısh Sardes (Bizans ve Türkleşmiş Sart) adlı yapıtında “1369 yılında İstanbul Patrikliğinin Sardes Metropolitliğini kaldırdığını ve Sardes’teki Hıristiyan topluluğu üzerindeki yetkilerin 1390–1391 yılında Türklerin egemenliğine geçen Philadelpheia (Alaşehir) Metropolitliğine verildiğini bildiren” bir fermanını kaydeder.
      Patrik bu fermanında uzun süre, görkemli bir yaşam süren Sardes şehrinin korunamadığı için küçük bir şehir haline gelmesinden üzüntü duyduğunu belirterek, bir Hıristiyan merkezi olan Sardes’in terk edilmesini ve Sardes’e ait kilise mal varlığının da Alaşehir Metropolitliğine bağlanmasını sağladı.
    İncil’de yer alan mektupların beşincisinde yer alan Sardes Kilisesinin günümüzde Hıristiyan cemaatlerce niçin önemle ziyaret edildiğinin öyküsü böyle..

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar



18 Temmuz 2018 Çarşamba

DÜNYANIN EN ESKİ TİYATROSU SARDES’DE

           Birçok araştırmacı, tiyatronun doğuşu hakkında şunları söyler;   “Tiyatro ilk kez İÖ 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden özerkleşerek bir sanat türü haline geldi; dinsel ya da pratik ölçütlerle değil, estetik ölçütlerle değerlendirilen bir "oyun" a dönüştü. Yunan toplumunda tiyatronun öncülü, şarap, bereket ve bitkiler tanrısı Dionysos'u kutsamak için yapılan Bacchanolia şenliklerinde bir koronun söylediği dithyramboy şarkılarıydı. Koro, bu şarkılarda, farkı kişilerin konuşmasını canlandırmak için söz ve tavır değişikliğinden yararlanıyordu. Daha sonra, oyuncu ve oyun yazarı Thespis, koronun karşısına, farklı kişilikleri farklı maskelerle temsil eden bir oyuncu koydu. Böylece daha karmaşık konular ele alınabiliyor, farklı anlatım biçimleri denenebiliyordu. İÖ 534'te Atina'daki ilk tiyatro şenliğinde, Thespis'in bir tragedyası ödül kazandı. Bu tarihten sonrada tragedyalar Dionysos şenliklerinin bir parçası olarak gelenekselleşti.”
Günümüzde Sardes Tiyatrosunun görünümü
        Doğruluğu tartışılır. Günümüzde yapılan birçok kazı, bize ezberletilen “Eski Yunan bilgilerini” yeni bilgilerle değiştirmemizi sağlıyor. Yukarıda tiyatronun başlangıcı bile Eski Yunan’a atfediliyor. Oysa şarap, bereket, bitkiler Tanrısı diye belirtilen mitolojik Tanrı Anadolu, Çal/Denizli doğumlu “Baccha”dır ve Lidya’da yaşamıştır. Yukarıdaki anlatımda Yunan toplumunun Dionysos’u kutsama amacı ile yaptıkları şenliklerin adı dikkatinize sunuyorum: Bacchanolia sözcüğü Baccha’nın,  Baccha’ya ait olan anlamındadır.
        Tarih ve arkeoloji meraklıları bilirler, Eski Yunanın Dionysos dediği Tanrı aslında Lidya Tanrısı Baccha’dır. Yani Lidyalılar şarap, bereket ve tiyatro Tanrısına kendi dilleri olan Lidçede Baccha derlerdi. Antik çağda, Lidya’dan ayrılarak günümüz İtalya’sında, Etrüsk devletini kuran halk da aynı Tanrıya Bacchus demiştir. Kısacası Dionysos Anadoluludur ve Lidyalı olduğu tartışılamaz. Lidya Krallığı İÖ 546 yılında, Persler tarafından tarihten silindi. Atina’da ilk tiyatro şenliklerinin yapılması ise İÖ 534; yani Lidyalılardan 12 yıl sonra..
        Durum böyle olunca ilk tiyatronunda Sardes’de kurulmuş olması düşünülmelidir. Gerçekten de Sardes’de, toprağın altından gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir tiyatro var.   Geçen yıllarda kazısına başlanan Sardes Tiyatrosunun kazılan bölümünün üzeri kapatılarak kazı yarım bırakılmıştır. Kazı yapan heyete nedeni sorulduğunda “Seyirci teraslarındaki mermerlerin daha önce halk tarafından ev yapımında kullanmak için alındığından görüntünün güzel olmayacağı, restorasyon yapılması için zamana ihtiyaç duyulduğundan şimdilik bu halde bırakıldığı”söylenmektedir.
Battista’nın 1750 yılında yaptığı resim
       Sardes tiyatrosunun İÖ 215 yılında var olduğunu Bergama kralı III. Antiokhos’un askerlerinin tiyatro sur duvarlarına tırmanarak şehre saldırdığını, Polybios’un yazdığı tarih kitabından öğreniyoruz.  
Battista'nın çizdiği harita
       Yaklaşık 20 bin kişi alabilecek büyüklükteki tiyatro, 136m. X 70m.  lik bir alanı kaplıyor. İS 17 de yaşanan büyük depremden sonra yıkılan tiyatro Romalılar tarafından onarılmıştır.Günümüzde gördüğümüz daire şeklindeki Seyirci salonunun iki yanını destekleyen sarı renkli büyük taştan örülme duvarlar, Roma dönemine aittir. Sardes tiyatrosunun önemli bir bölümü arkasında bulunan yamaçtan kayan toprağın altındadır. Tiyatroda seyirci oturma yerleri bile henüz kazılmamıştır.Tiyatronun hemen önünde, doğu-batı yönüne uzanan tonozların varlığından Roma dönemine ait bir Stadyumun da  var olduğunu anlıyoruz.
      Tiyatroya ait ilk görseli de 1750 yılında, Sardes’i gezen Giovanni Battista Tiepolo, bilinen diğer adlarıyla Gianbattista veya Giambattista Tiepolo (5 Mart 1696 - 27 Mart 1770), Venedikli ressam ve baskı sanatçısı, suluboya ile yapmıştır.Battista’nın Sardes’de ciddi incelemeler yaptığını çini mürekkep ile çizdiği Artemis Tapınağı resmi ve belkide Sardes’in ilk topografyasını çıkardığını not defterindeki çizimlerde görüyoruz.

      Dünyaca ünlü olması gereken Sardes Tiyatrosunun da farkında olmadığımız için yeterli tanıtımını maalesef yapamıyoruz. Salihli dinamiklerinin bir araya gelerek, tarihi, kültürel, doğal değerlerimize sahip çıkacağımız günlerde buluşmak dileği ile…

Mustafa UÇAR

26 Nisan 2018 Perşembe

EZOP’UN SARDES’TE YAŞADIĞINI BİLİYOR MUSUNUZ?


Yaşamı hakkında çok az şey bilinen ünlü antikçağ hikâyecisi Ezop (Yunanca: Aisopos),  tanıtıldığı gibi bir hayal ürünü değil, Lidya’nın başkenti Sardes’te yaşamış bir öykü anlatıcısıdır.
  Ezop, kimilerine göre Sisam adası, kimilerine göre Trakya’da bir köyde doğan köle bir köylüydü. İkinci sahibi, Iadmon adında bir Lidyalı idi ve Ezop’a öğrenmedeki çabukluğunun, zekâsının, hazır cevaplığının bedeli olarak özgürlüğünü vermişti.

Antik çağ yazarları Ezop’un fiziki yapısının çok çirkin olduğunu yazar ve şöyle tanımlar; “siyahımsı, kambur, kekeme,  bir boksör burnu ve bir üçgen kafa ile çarpık bacaklı…”
 Özgürlüğünü kazandığı dönemde günlerini bir bilim, kültür, sanat merkezi olan Lidya Krallığının başkenti, zengin Sardes’e doluşmuş bilge ve düşünürlerin derslerine katılarak, kendisini geliştirerek geçirdi.  
Yaradılışında var olan zekâsı, hazır cevaplığı, zor sorunları bile aşmada gösterdiği örneklemeli çözümleri üretmesi aldığı bu derslerle daha da gelişti.
Zekâsı ve hazırcevaplığı son Lidya Kralı Karun’un (Croesos) kulağına gitti. Bazı yazarlar Kral Karun’u ziyaretinde Solon ile tanıştığını ve arkadaş olduğunu belirtirler.
Bir zamanların çirkin kölesi, şimdi Karun’un elçisi olarak şehirden şehre koşuyordu. Mısır’a, Babil’e gönderildi. Gittiği kentlerde halkın sorunlarını çözmek için öyküler anlatıyor, ilgi çekiyordu. Antik çağın ünlü bir siması olmuştu.

Görevli olarak, Delphi’deki kehanet evine Karun’un hediye olarak gönderdiği altınları götürdüğü bir gün, bilicilere verdiği yanıtlar ve Delphi halkına yaptığı konuşmalar beğenilmedi. Anlatılara göre: Delphi’deki biliciler kendilerini alaycı bir şekilde “Halkı soyan aç gözlü, dolandırıcılar” olarak eleştiren Ezop’un torbasına gizlice bir şişe altın koyarlar, tapınağın çıkışında üst araması yaparak yakalatırlar. Delphi kâhinleri, kendilerine hakaret eden ve hırsızlık yapan Ezop’u tutucu Delphi halkına hedef gösterdi.
Halk Kendisini döverek bir ders vermek istiyordu. Ezop etrafındaki çemberin darıldığını gördüğünde Delphi’deki uçurumun kenarına varmıştı. Kimi araştırmacılara göre Linç edilerek öldürülmektense kendisini uçurumdan atmayı tercih eder, kimilerine göre ise halk tarafından linç edilerek uçurumdan atılır.
 Delphi elçileri Karun’a “Gönderdiğin altınlardan ve hediyelerden çalıyordu, bu sebeple biliciler cezalandırdı” dediler, olayı anlattılar.
Suçlu gösterilerek öldüğünden çabuk unutuldu. Ancak elçi olarak gezdiği şehirlerde anlattığı hikâyeler unutulmadı. Ezop’un masalları başlangıçta yazılı değildi. Yaşlılar bildik leri masalları gençlere anlatır, bunlar kulaktan kulağa dolaşırdı.  
Öykülerinde eleştirici, sorgulayıcı bir tavır ve mantığın egemen olduğu görülmektedir. Anlatılan öykülerin çözümlemesi yapıldığında bu kolayca anlaşılıyor. Herkesin bildiği “Ağustos Böceği ve Karınca” öyküsünde olduğu gibi, anlatılan masalların insanları düşünmeye ve yorumlamaya davet ettiği açık. Arif olan anlar duygu ve düşünce siyle hareket edilmiş, insanlığın durumu evrensel düzeyde tartı şılmıştır.
 Filozof Sokrat’ın hapisteyken, Ezop’a ait bazı masalları koşuk biçimine getir diği söylenir.  Masalların bilinen en eski derlemesi, İÖ. 4 yy. da Phaleros'lu Demetrios tarafından hazırlanmış, bu derleme daha sonra, İS birinci Yy. da Latince olarak Phaedrus, Yunanca olarak Babrios tarafından yeniden kaleme alınmıştır. "Ezop Masalları" daha sonra 17 yy. Fransız yazarı Jean de la Fontaine'in fabıllarına esin kaynağı olmuştur.
Bilim adamı ve Index derleyicisi Edwin Perry, 1965 yılında kaleme aldığı Ezop hakkında antik açıklamalarında, Karun dönemindeki olayların tümünü kabul eder ama Delphi’deki öldürülme olayına inanmadığını bildirir.
Roma dönemi kayıtlarının hemen hepsinde adından söz edilmekte, İÖ 620-500 tarihlerinde Sardes’te yaşadığı belirtilmektedir. 3 yy. şairi Callimachus ondan "Sardesli Ezop"   ve Tire doğumlu, Romalı yazar Cassius Maximus Tyrius   "Lidya adaçayı" diyerek eserlerinde söz ederler. Bu kanıtlar bile Ezop’un Sardes’te yaşadığına yeter. 
Halen toprak altında bulunan Lidya kayıtları gün yüzüne çıktığında Ezop hakkında daha çok bilgi ve belki öykülerine de ulaşacağımızı umuyoruz. Yazımızı, Ezop’un ne kadar zeki olduğunu gösteren, kısa bir örnek öyküsü ile bitirelim.
  KURT İLE AT
Kurdun biri bir tarladan geçiyormuş, boydan boya arpa görmüş. Kurt ne yapsın arpayı? Yiyemez ki! Bırakıp gitmiş.
Yolda Önüne bir at çıkmış. Onu görünce:
“Ben de seni arıyordum’ demiş; “şurada arpa buldum, ama yiyemedim, sana sakladım, bayılırım senin dişlerinin gıcırtısına. Gel, sen ye, ben de seyredeyim.”
At kanmamış bu sözlere: “Yahu,” demiş, “ben kurtları bilmez miyim? Sen arpa yiyebilseydin karnını doyurmak zevkini bırakır da kulaklarının zevkini düşünür müydün?” demiş.
Yaratılışlarından kötü olanlar, kendilerine iyilik ediyormuş gibi bir süs verseler de gene kimseyi kandıramazlar.

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar




6 Nisan 2018 Cuma

SALİHLİ'DE DİNAMİTLENEN VE YAKILAN CAMİLERİMİZİN ÖYKÜLERİ

 Kentimizin Osmanlı döneminde yapılan camileri, maalesef Kurtuluş günümüzde Yunan tarafından ya dinamitlenmiş ya da yakılmıştır. İlk cami olarak bilinen Burhaniye (Kocaçeşme) camisidir ve bugünkü yerinde 1877 tarihinde Hacı Müftü olarak bilinen bir eşraf tarafından yaptırılmıştır.
Kocaçeşme Burhaniye Cami sadece Minaresi sağlam kalmış

Burhaniye cami, su basmanı yani temel dolgusu, Gümüş çayından getirilen taşlarla yapılmış, duvarları ise kerpiç dediğimiz, pişmemiş çamur ve saman karışımından malzemeden inşa edilmiştir.
Bu camimizin yapım öyküsü olarak bir şehir efsanesi vardır ama hikâyenin aslı Turgutluda geçmiştir. Bu öyküyü araştırmacı Nebi Yıkaroğlu’nun anlatımından aktaralım;
 “1893 tarihinden itibaren Mehmet Efe ortalığı kasıp kavurmaya başlar. Zamanla Aydın ve çevresinde “Çakırcalı Mehmet Efe” adıyla nam salar. Menderes vadisinin tüm orta çığırını Turgutlu ve Salihli’yi egemenliği altına alır.  Efe, Kaya Köyde Rum inşaat ustalarına bir konak yaptırtır. Ne var ki daha sonra Turgutlu kaymakamı olacak olan Ahmet Şakir Bey, Ödemiş’te bulunduğu dönemde efenin Kaya Köy’de bulunan evini yaktırır. Bu nedenle efe kaymakama aşırı kinlenir. Efenin kininden korkan Kaymakam Ahmet Şakir tayinini Turgutlu’ya çıkartır. Ancak Çakırcalı’dan kurtulamaz, Efe kendisinden Kasabada bir kız Rüştiyesi ve bir de cami yaptırmasını ister.
Hamidiye Cami tavanı yangın sonunda çökmüş

O tarihlerde hükümet kuvvetleri Kasaba’da oldukça fazladır ve Turgutlu’ya girip çıkmak o kadar kolay değildir. Efe bir gün Sart ılıcaları civarında görünüp, Turgutlu ve Salihli’de bulunan zaptiyeleri üzerine çeker. Adamları zaptiyelerle müsademe ederken kendisi kızanlarından bir kaçı ile Turgutlu’ya gelir. Kaymakamı tehdit eder ve okul ile cami bu şekilde yapılır.
  Bugün Turgutlu'da Piyaleoğlu Caddesi’ndeki Çakıcı cami, 1906 yılında, Çakıcı Mehmet Efe’nin emriyle, o dönemki Kasaba Kaymakamı Şakir Bey tarafından yaptırılmıştır. Önceleri “Kaymakam Camii” diye de anılan bu cami, bugün Çakıcı Camii adıyla bilinmektedir... “
  Yunan, 5 Eylül 1922 günü kentimizden çekilirken, ne yazık ki Burhaniye Camini dinamitle havaya uçurmuştur. Orijinal binadan günümüze sadece Minaresi kalmıştır.
Burhaniye Cami, Aksekili Hacı Abdullah ve hayırsever diğer hemşerilerimizin maddi katkıları ile 1949 ve 1953 yılları arasında yeniden inşa edilmiştir. 1980’li yıllarda da restore edilip, çevre düzenlemesi yapılmıştır.
Salihli Rüştüyesi yangından nasibini almış

Yunan’ın çıkardığı yangından nasibini alan bir başka cami, aslında o yıllardaki çarşının göbeğinde kalan ve pazarcı esnafının katkıları ile 1885 yılında, eski mezarlığın köşesinde, ahşap ve kâgirden inşa edilen Çarşı Mescididir.  
 O yıllarda “Orta Cami” olarak da anılan, Mescit, 1930 yılında, Necati beyin önderliği ve halkın bağışları ile Çarşı cami olarak tekrar inşa edilip ibadete açılmıştır.
Aslında, Yunanın çıkardığı yangınlardan tüm şehir etkilenmiştir. Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz Hamidiye Camisinin kubbe şeklindeki, kurşunla kaplı tavanı da, 5 Eylül 1922’de, Yunanın çıkardığı yangın sonucu çökmüştür.
Yunan, Kocaçeşme mahallesinden, İstasyona çekilirken şehrimizin özellikle Mithatpaşa Caddesine yakın önemli ev ve işyerlerini de “Yangın Mangaları” tarafından ateşe vermiştir.
Bugünkü Turgutbey İş Hanının bulunduğu yerde öğrenim veren “Salihli Rüştiye’si” de yangından nasibini alan eğitim kurumumuzdu.
İşgal ettikleri günden, kaçtıkları güne kadar, Karargâh Binası olarak kullandıkları Kuşçubaşı Köşkünü de dinamitlemeyi unutmadılar.
Yangından sonra Salihli

Şehrin neredeyse 3/2’si yangınlar sonucu oturulamayacak halde, halk sokaklarda aç ve perişandı. Son yaktıkları bina da İstasyon, Gar binasıdır. Salihli yangını yaklaşık 42 saat sonra Mustafa Kemal’in askerleri ve halk tarafından güçlükle söndürülebilmiştir.
Bir daha benzer günler yaşayıp, görmememiz dileği ile iyi haftalar…

Mustafa Uçar



30 Mart 2018 Cuma

KURTULUŞ SAVAŞINDA SALİHLİ’DE KALAN UÇAK FİLOSU


Vecihi HÜRKUŞ Kendi İmal Ettiği Uçak ile













Kurtuluş savaşı sırasında kara harekâtları ile ilgili birçok roman ve makale yazılmış olmasına karşın hava harekâtlarını anlatan yazılar çok azdır. Bu yazımızda o zamanın deyimi ile Tayyarecilerimizin Batı Cephesinde, İzmir’e doğru yaptığı görevlerinin sadece Uşak ile İzmir arasındaki son bölümünü belgelerden alıntılarla bahsedeceğiz.
            “4 Eylül 1922 sabahı 08.30'da Afyon'dan havalanan üç av ve beş keşif uçağı on dakika ara ile Uşak meydanına indi. Ancak, yer destek malzemeleri (Yağ, benzin, yedek parça) henüz Uşak'a varamamıştı. Bu yüzden uçakların yapacakları keşif uçuşları gecikmeye uğradı. Bu nakil sırasında üçbuçuk ton uçak benzini yolların bozuk oluşu ve trafik tıkanıklığı yüzünden Afyon'dan Uşak'a ancak 24 saatte getirebildi.
Kurtuluş Savaşı Hava Filomuzdan Bir Tayyare
             Kara nakliyatı kamyonların eski olmaları nedeniyle çok zorlaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma demir tekerlekli kamyonlar, yollardaki köprüler geçişe uygun olmadığından Dumlupınar'dan ileriye gidemiyordu. Bu durum karşısında Bölük Komutanı Binbaşı Fazıl'ın Bölüğünün savaş gücünü kaybettiğini ısrarla rapor etmesine rağmen, üst komutadan kimse yardımcı olamıyordu.
             Bölükteki 15 pilot ve rasıt (Sonradan yetiştirilmiş) pilot, Uşak'taki uçakları çalışır tutabilmek için makinist gibi çalışıyordu. Civarda başıboş Yunan askeri dolaştığından, herhangi bir sabotajı önlemek için de sıkı güvenlik tedbirleri alınmıştı.
            5 Eylül 1922 günü Uşak, Alaşehir arasında keşfe çıkan uçağın motoru arızalandığından Karakuyu civarında mecburi iniş yaptı. Tamiri biten bir keşif uçağı da Afyon'dan Uşak'a uçarak getirildi.
Kahraman Havacılarımız
            8 Eylül 1922 günü Cephe Uçak Bölüğüne; çekilmekte olan Yunan birliklerinin Manisa, Nif (Kemalpaşa), Torbalı bölgesindeki durumunun tespit edilmesi ve dönüşte uçakların Alaşehir veya Salihli'ye inmesi emredildi. Yer destek ve bakım teçhizatı da bu amaçla Salihli'ye nakledildi. Cephe Uçak Bölüğü Salihli'nin kuzey-doğusuna 10 kilometre mesafedeki Dureselli Köyü yakınında hazırlanan meydana intikal etti. Böylece bölük İzmir'e daha çok yaklaşmış olacaktı. Aynı gün Türk birlikleri İzmir'e doğru ilerliyordu. Fakat uçak bölüğünün ağırlıkları Salihli'ye taşınamamıştı. Alaşehir ve Salihli'de birer meydan hazırlanması için bölgelere askeri birlik gönderildi.
            9 Eylül 1922 günü Türk birlikleri İzmir'e girerken, Uşak'tan kalkan iki keşif ve bir av uçağı sabah 07.30'da Salihli meydanına iniyordu. Bölük o gün sekiz sorti (Dalış) yapmıştı.
 10 Eylül 1922 günü keşif yapılmadı. Yüzbaşı Fazıl'ın 26 Ağustos'ta düşürdüğü Yunan uçağının tamiri 11 Eylül 1922'de tamamlanmıştı. Breguet-14 B2 tipi Garipçe isimli keşif uçağı da, Uşak'taki iki Spad-XIII av uçağı ile birlikte Salihli'ye geldi.
            11 Eylül 1922'de; Uşak'ta bulunan Cephe Bölüğünün malzeme ve ağırlıkları demiryollarının özellikle köprülerin Yunanlarca tahrip edilmesi nedeni ile kamyonlarla Salihli'ye gönderildi. Ayrıca Uşak'taki gayri faal (Çalışamaz) durumda bir Breguet, bir Albatros-C XV ve bir De Havilland-9 uçağı bırakıldı.
           13 Eylül 1922'de Bölüğün Salihli meydanından İzmir'e intikali (Ulaşması) emredildi. 13 Eylül 1922 günü iki keşif uçağı İzmir'e gitmek için havalandı, fakat motor arızası nedeniyle uçaklar tekrar Salihli'ye geri döndüler.
           Salihli'ye ulaşabilen Bölük Komutanı Binbaşı Fazıl, Seydiköy/İzmir'deki Gaziemir meydanının durumunu bilmediği ve üst makamlardan da bilgi alınamadığı için İzmir'e keşif amacıyla personel göndermişti. Bu personelden de henüz bilgi sağlanamamıştı.
          14 Eylül 1922'de verilen emirle Sivil Pilot Vecihi'nin Gaziemir/İzmir meydanına gitmesi, daha sonra gelecek uçaklar için meydanın hazırlanması emredildi. Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) o gün gördüklerini şöyle anlatmıştı. "Kızılçullu istasyonunu görünce bende bir heyecan ve kuşku yarattı. Gördüğüm meydan uçaklarla dolu idi. Biraz daha yaklaşınca bunların Yunan kokartlı olduklarını ve düzensiz bir şekilde bırakılmış bulunduklarını gördüm. Yunan pilotları uçarak kaçmak yerine sandalla kaçmayı tercih etmişlerdi."
           14 Eylül 1922'de dört av, iki keşif uçağı 06.40'da İzmir'e indiler. Arızalı olan üç keşif uçağı ise Salihli'de bırakılmıştı. Bunlardan bir tanesi 15 Eylül 1922'de İzmir'e uçtu, kalan uçaklar motor arızası nedeniyle uçuşa devam edemedi. Biri Çobanisa istasyonunun yanına, diğeri Seydiköy'e 10 kilometre mesafede bir yere mecburi iniş yaptı. Salihli Tayyare Meydanı, Bölük Komutanı Vekili Binbaşı Yahya'ya bırakılmış, Binbaşı Fazıl İzmir'e gitmişti.
          15 Eylül 1922'de Batı Cephesi Komutanlığı Çeşme ve Seferihisar bölgesinin havadan keşfini emretti. Yapılan keşif sonucu durum şu şekilde tespit edildi:”Kaçan Yunan birliklerinin öncüleri Alaçatı'yı geçmişti. Çeşme İskelesinde büyük bir kalabalık gemilere binmeye çalışıyordu. Çeşme limanı açıklarında 50 büyük nakliye gemisiyle, birliklerin kol başı, Urla - Çeşme şosesi üzerinde Alaçatı'ya girmek üzeriydi. Uçakta bomba bulunmadığı için kaçan Yunan birliklerine makineli tüfek ile ateş açılmıştı. “
        Kader böyle birşey; İnönü Savaşları ve Sakarya çarpışmaları sırasında üstün başarılar elde eden Tayyarecilerimiz, yoksulluğa yenik düşmüş, savaşın son günlerinde benzin, yedek parça eksikliğinden, son görevlerini Alaşehir ve Salihli’nin kurtuluş günü olan 5 Eylül 1922 tarihinde yapmış, 9 Eylül, İzmir’in kurtuluş gününün heyecanını kara ordusu ile birlikte yaşayamamışlardı.

Mustafa UÇAR
Araştırmacı Yazar