2 Aralık 2017 Cumartesi

SARDES’DEN ÇIKAN ESERLER NE OLDU?

 Yıllardır Sardes ve Lidya Krallığı araştırmaları yapıyor, elde ettiğimiz bilgileri makalelerimiz ile kamuoyuyla paylaşıyoruz. Çalışmalarımızda rastladığımız ama sonucunu merak ettiğimiz bir konunun da nihayet izini bulduk. Öncelikle merakımızı çeken konuyu açıklayalım; Gezenler bilir, Sardes, Artemis Tapınağı bölümünün neredeyse başlangıcında, 1900’lü yıllardan kalma bir vinç vardır. Vincin önünde de bir pano. Panoda bir açıklama vardır kısaca şunları yazar:” Tapınağı, 1910 yılında, kazı izni ile gelen Amerikalı arkeolog Howard Crosby Butler ortaya çıkarmıştır. Buradaki büyük sütun parçalarını kaldırabilmek için, Sart istasyonu ile tapınak arasında bir dekovil hattı döşenerek bu vinç kazı alanına getirilmiştir. Kazılar 1914 yılında I.Dünya Savaşı çıktığında terk edilmiştir.”
Howard C.Butler
Bu kadarla sınırlı olan pano üzerindeki yazılarda, Howard Crosby Butler’in 1920-1922 yılları arasında da kazı yaptığı yer almıyor. Kurtuluş savaşı süresince yılın 12 ayında da kazı yapan ekip, 1922 yılı Temmuz ayı sonunda birden kazıyı terk edip gidiyor. Giderlerken,” vinci getiren tren ne götürüyor?” diye merak ediyorduk, nihayet sonucunu öğrenebildik. Bakınız neler olmuş:
… Kazısı çok daha önce başlamasına rağmen, H.C. Butler'ın Sardes kazısı sırasında bulduğu eserlerin kaderi de Kurtuluş Savaşı ile değişmiştir. 1910 yılında ABD'de, Princeton Üniversitesi'ne bağlı bir enstitü olarak kurulan Sardes Kazıları Cemiyeti, Osmanlı Devleti'nden izin alarak Sardes kazılarına başladı. Butler başkanlığında sürdürülen bu kazılar sırasında bulunan tüm eserler Sardes'de inşa edilen kazı evinde muhafaza edildi. 1. Dünya Savaşı'nın başlaması ile kazılar durmuş, savaş sonuna kadar depoda korunan buluntular ise 1918 yılında İzmir'de Mekteb-i Sultani'nin deposuna yerleştirilmişti.
Dekovil Artemis Tapınağında çalışıyor

İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ile tüm bu eserler teorik olarak Yunanlıların eline geçmiş, ama, ilginç bir işbirliği ile, işgal sırasında Butler ve ekibi Sardes kazılarına yeniden başlamıştı. Eylül 1922'de ise, kazı ekibi, İzmir'de bulunan 200'den fazla eseri, 56 sandık halinde bir gemiye yükleyerek New York Metropolitan Müzesi'ne gönderir. Cesnola'nın sattığı Kıbrıs buluntuları ve ABD'nin Tarsus konsolos yardımcısı Abdo Debbas'ın gönderdiği Roma Lahdi'nden sonra, Sardes'ten çıkan bu eserler, Metropolitan Müzesi'ne Anadolu'dan giden üçüncü eser grubudur.
H.Crosby Butler Kazı Evi

Sardes buluntularının, İzmir'den ABD'ye gönderildiğini haber alan, dönemin İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Halil Edhem Bey (Eldem[1]), aynı yıl içinde Metropolitan Müzesi'nden bu eserleri geri ister. Metropolitan Müzesi, Sardes'ten gelen eserleri geri vermeyi kabul etmez. Yazışmalar sürer. Büyük bir heyecan ile yürütülen bu iade kampanyası, etkisini de çabuk gösterir. İlk başta iadeye olumsuz yaklaşan ABD yetkilileri, karşılıklı yazışmalar ve ardından Türk Hükümeti'nin verdiği nota karşısında yumuşar. İlk teklif, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin bu buluntuların ABD'ye hediye etmesi, bunların da kurulan yeni dostluğun bir nişanesi olarak Metropolitan Müzesi'nde özel bir salonda sergilenmesidir. Bu teklif, Halil Edhem Bey tarafından derhal reddedildiği gibi, eserlerin, sandıklar dahi açılmadan, aynen iadesinde israr edilir. Uzun yazışmalar ve görüşmeler sonunda, müzede kalması uygun görülen birkaç eser dışında, diğer Sardes buluntuları 53 sandık halinde Haziran 1924'de Türkiye'ye iade edilir.
Halil Edhem Bey
Bitmedi. Bu esnada, Sardes'in son kazı döneminde bulunan, 30'u altın, 150 Lidya sikkesinin İzmir Amerikan Konsolosluğu'nda kaldığını öğrenen Halil Edhem Bey, bunların da derhal teslim edilmesini ister. Kısa bir süre sonra bu sikkeler de Türkiye Cumhuriyeti'ne iade edilir.
Bu olayda, Halil Edhem Bey'in şahsında, ortada daha doğru dürüst bir devlet bile yokken, ülkesinin kültürel değerlerini korumak için uğraş veren dirayetli bir devlet adamı tavrının pırıl pırıl örneğini görürüz.
Anlayabilenler için iyi bir örnek, değil mi?
 Ve yine bitmedi. Hele açılmasını beklediğimiz “Sardes Arkeoloji ve Para Müzesi” bir açılsın konu ile ilgili açıklamalarımıza devam edeceğiz.
Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar




[1] Halil Ethem Bey, Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu, Osman Hamdi Bey'in küçük kardeşidir. Zürih Üniversitesi Tabii İlimler, Viyana Poliklinik Yüksek Okulu Tabii İlimler ve Kimya mezunudur. Berna Üniversitesi'nde Felsefe Doktorası yapmıştır.

30 Ekim 2017 Pazartesi

BİNTEPELER / ANADOLU PİRAMİTLERİ:

  
Salihli’nin 7 km batısında yer alan Sardes’in kuzeyindeki Hermos (Gediz) nehri ile Gygaea (Marmara) gölü arasında kalan ve bu gün Bintepeler olarak anılan genişçe bir bölge Lidyalı soyluların mezarlığıdır. Büyüklü küçüklü 120 kadar Tümülüs, antik çağdan günümüze gezginlerin merakını uyandırmış, arkeolojik ilgiyi üzerine çekmiştir. Bu merak ve ilgi Bintepelerin 2012 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine aday olarak alınmıştır.

İlk belgeli kazı çalışmasını İzmir’in Prusya Konsolosu Ludwing H. Spiegelthal, 1853 yılında “Karun Kadar Zengin” deyiminde adı geçen Croesos/Karun’un babası Alyattes’e ait tümülüsü kazarak başlamıştır. Onu 1870 ve 1880 yılları arasında A.Choisy ve G.Dennis takip etmiştir. Antik çağdan günümüze Tümülüsler definecilerin elinden kurtulamamıştır. Günümüzde, zaten boşaltılmış, soyulmuş bu yerlerin defineciler tarafından, soygun amaçlı hâlâ kazılıyor olması bilgisizlik ve sorumsuzluğun eseridir.
Demir çağında Sardeslilerin ölülerini nereye gömdükleri henüz bilinmemektedir. Lidyalılarda, İÖ 6.yüzyıldan sonra Mermnad'lar hanedanlığı ile birlikte ortaya yeni bir ölü gömme geleneği çıkmıştı. Bu geleneğe göre ölüler kesme kireç taşı veya mermerden yapılmış mezar odalarına konur ve üzeri yığma toprak ile örtülürdü. 
Tümülüs mezarlar olarak bilinen bu tepelere Anadolu Piramitleri adını vermek daha uygun olmalıdır. Bazı Tümülüslerin boyu neredeyse piramitlerin boyuna ulaşacak büyüklüktedir. Üstelik Herodot ünlü tarih kitabında ”Bu Tümülüsler Mısır’daki piramitler kadar etkileyici ve büyüktürler”der. 
Alyattes'in 1800'lü yıllarda yapılan çizimi

 Günümüzde, Bintepeler bölgesinde bulunan 119 tümülüsün içinden üç tanesi olağan üstü boyutlarıyla diğerlerinden ayrılır; bunlar doğudan batıya doğru, Mermnad hanedanlığı krallarından Alyattes, Gyges ve Sadyattes'e ait olduğu söylenen mezarlardır.
 Tümülüslerin içindeki odaların bazıları dromos'lu (ön geçiş) bazıları değildir. Kapı geçidi olmayan odalara ceset tavandan sokulmuştur.   
 Mezar odalarının ölçüleri birbirlerinden pek farklı değildir. Önemli olan sadece mezar odasının üzerine yığılan toprağın miktarıdır. Gömülen kişinin sosyal konumu ve kişiliğinin önemine göre üzerine toprak atılıyordu. Tümülüslerin büyüklü küçüklü olmasının nedeni buradan kaynaklanmaktadır.
Dilimizde yer alan “Toprağı bol olsun” deyiminin de buradan gelmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Herodot, ünlü tarih kitabında Lidya Kralı Alyattes'in mezarından bahsederken şunları yazıyor:
 ‘‘Mısır ve Babil'deki anıtlar bir yana, burada öyle bir anıt var ki, bilinen bütün öbürlerini aşar... Bu, Croesos’un babası Alyattes'in mezarıdır. Etekleri büyük taşlarla örülmüş bir toprak yığınıdır.’’      
Gerçektende Anadolu Piramitleri adıyla anılan Tümülüslerin en büyüğü Kral Alyattes için yaptırılandır. Çapı 535 m, taban çevresi 1.115 m ve yüksekliği 69 m olan bu yığma tepenin altındaki mezar odasında, kralın pek çok altın ve gümüş benzeri özel eşyaları bulunuyordu.  
Alyattes’in mezar odası Lidya duvar işçiliğinin en başarılı ve en cesur örneğini verir; Çok iyi perdahlanmış, mermerleşmiş kireçtaşı blokları demir bağlantılarla şaşırtıcı bir güzellikte bir birine birleştirilmişlerdir.

Herodot’a göre, Alyattes´in mezarının en yüksek yerindeki beş taş blok üzerinde bulunan yazıtlarda ise, “anıtın inşası için her meslek dalının ne kadar para verdiği” yazılıydı ve orada belirtilen rakamlara göre de küçük esnafın, el sanatkârlarının yanında en fazla ödemeyi aşk satıcısı genç kızlar yapmıştır.
Yine Herodot´a göre, “Lidyalı halk kızlarının hepsi, kocaya varıncaya kadar kendilerini satarlar, çeyizlerini de buradan elde ettikleri paralarla yaparlardı.”    
 Herodot’un tümülüsün tepesinde olduğunu belirttiği büyük kayaların, 1853’de de sağlam durduğu Ludwing H. Spiegelthal’ın tutuğu notlarından anlaşılmaktadır. 1958 ve 1975 yılları arasında Sardes’te çalışmalar yapan George M.A. Hanfmann da bu taş bloğun varlığını yazılarında belirtiyor. Ama 1962 yılında yapılmak istenen bir ölçme sırasında, bu taşın defineciler tarafından dinamitlendiği, tümülüsün bir kez daha soygun amaçlı tahrip edildiği anlaşılmıştır. 
Mezar odaları daha Persler döneminde soyulmaya başlamış bunu Romalılar, Haçlı Orduları takip etmiş ve günümüzde de hazine avcıları tarafından soygun ve tahribata devam edilmiştir. Bu nedenle bir Lidya mezar odasında ölü gömme ve dinsel tören geleneğinin nasıl yapıldığını tam olarak anlamak olanağı şimdilik bilinememektedir.

Günümüzde bölge, turizmciler tarafından keşfedilmiş ve turizme açılmıştır. Önümüzdeki yıllarda Bintepeler ve Sardes ile birlikte, Kula Jeoparkı bölgemizin bacasız sanayi turizm açısından yeni kazanç kapısı olacaktır.
Özellikle hazine avcıları bu bölgenin ikibinbeşyüz yıldır soyulduğunu ve para edecek bir şey kalmadığını bilmeleri gerekir. Mermer ve taş blokların dinamitlenmesi hem boş bir çaba hem de kültür mirasına ihanettir.

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar



4 Ekim 2017 Çarşamba

KURTULUŞ SAVAŞINDA SALİHLİ’DE KALAN UÇAK FİLOSU

Kurtuluş savaşı sırasında kara harekâtları ile ilgili birçok roman ve makale yazılmış olmasına karşın hava harekâtlarını anlatan yazılar çok azdır. Bu yazımızda o zamanın deyimi ile Tayyarecilerimizin Batı Cephesinde, İzmir’e doğru yaptığı görevlerinin sadece son bölümünden alıntılardan bahsedeceğiz.

“4 Eylül 1922 sabahı 08.30'da Afyon'dan havalanan üç av ve beş keşif uçağı on dakika ara ile Uşak meydanına indi. Ancak, yer destek malzemeleri (Yağ, benzin, yedek parça) henüz Uşak'a varamamıştı. Bu yüzden uçakların yapacakları keşif uçuşları gecikmeye uğradı. Bu nakil sırasında üçbuçuk ton uçak benzini yolların bozuk oluşu ve trafik tıkanıklığı yüzünden Afyon'dan Uşak'a ancak 24 saatte getirebildi.
Kara nakliyatı kamyonların eski olmaları nedeniyle çok zorlaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma demir tekerlekli kamyonlar, yollardaki köprüler geçişe uygun olmadığından Dumlupınar'dan ileriye gidemiyordu. Bu durum karşısında Bölük Komutanı Binbaşı Fazıl'ın Bölüğünün savaş gücünü kaybettiğini ısrarla rapor etmesine rağmen, üst komutadan kimse yardımcı olamıyordu.
 Bölükteki 15 pilot ve rasıt (Sonradan yetiştirilmiş) pilot, Uşak'taki uçakları çalışır tutabilmek için makinist gibi çalışıyordu. Civarda başıboş Yunan askeri dolaştığından, herhangi bir sabotajı önlemek için de sıkı güvenlik tedbirleri alınmıştı.
  5 Eylül 1922 günü Uşak, Alaşehir arasında keşfe çıkan uçağın motoru arızalandığından Karakuyu civarında mecburi iniş yaptı. Tamiri biten bir keşif uçağı da Afyon'dan Uşak'a uçarak getirildi.
   6 ve 7 Eylül 1922 günleri uçuş yapılmamıştı.
  8 Eylül 1922 günü Cephe Uçak Bölüğüne; çekilmekte olan Yunan birliklerinin Manisa, Nif (Kemalpaşa), Torbalı bölgesindeki durumunun tespit edilmesi ve dönüşte uçakların Alaşehir veya Salihli'ye inmesi emredildi. Yer destek ve bakım teçhizatı da bu amaçla Salihli'ye nakledildi. Cephe Uçak Bölüğü Salihli'nin kuzey-doğusuna 10 kilometre mesafedeki Dureselli Köyü yakınında hazırlanan meydana intikal etti. Böylece bölük İzmir'e daha çok yaklaşmış olacaktı. Aynı gün Türk birlikleri İzmir'e doğru ilerliyordu. Fakat uçak bölüğünün ağırlıkları Salihli'ye taşınamamıştı. Alaşehir ve Salihli'de birer meydan hazırlanması için bölgelere askeri birlik gönderildi.

  Türk Ordusu'nun İzmir'e Girişinde Türk Hava Kuvvetleri:
 9 Eylül 1922 günü Türk birlikleri İzmir'e girerken, Uşak'tan kalkan iki keşif ve bir av uçağı sabah 07.30'da Salihli meydanına iniyordu. Bölük o gün sekiz sorti (Dalış) yapmıştı.
 10 Eylül 1922 günü keşif yapılmadı. Yüzbaşı Fazıl'ın 26 Ağustos'ta düşürdüğü Yunan uçağının tamiri 11 Eylül 1922'de tamamlanmıştı. Breguet-14 B2 tipi Garipçe isimli keşif uçağı da, Uşak'taki iki Spad-XIII av uçağı ile birlikte Salihli'ye geldi.
 11 Eylül 1922'de; Uşak'ta bulunan Cephe Bölüğünün malzeme ve ağırlıkları demiryollarının özellikle köprülerin Yunanlarca tahrip edilmesi nedeni ile kamyonlarla Salihli'ye gönderildi. Ayrıca Uşak'taki gayri faal (Çalışamaz) durumda bir Breguet, bir Albatros-C XV ve bir De Havilland-9 uçağı bırakıldı.
  13 Eylül 1922'de Bölüğün Salihli meydanından İzmir'e intikali (Ulaşması) emredildi. 13 Eylül 1922 günü iki keşif uçağı İzmir'e intikal için havalandı, fakat motor arızası nedeniyle uçaklar tekrar Salihli'ye geri döndüler.
  Salihli'ye intikali gerçekleştiren Bölük Komutanı Binbaşı Fazıl, Seydiköy/İzmir'deki Gaziemir meydanının durumunu bilmediği ve üst makamlardan da bilgi alınamadığı için İzmir'e bu maksatla personel göndermişti. Bu personelden de henüz bilgi sağlanamamıştı.
  Havacıların İzmir'de Toplanması:
 14 Eylül 1922'de verilen emirli Sivil Pilot Vecihi'nin Gaziemir/İzmir meydanına gitmesi, daha sonra gelecek uçaklar için meydanın hazırlanması emredildi. Sivil Pilot Vecihi (Hürkuş) o gün gördüklerini şöyle anlatmıştı. "Kızılçullu istasyonunu görünce bende bir heyecan ve kuşku yarattı. Gördüğüm meydan uçaklarla dolu idi. Biraz daha yaklaşınca bunların Yunan kokartlı olduklarını ve düzensiz bir şekilde bırakılmış bulunduklarını gördüm. Yunan pilotları uçarak kaçmak yerine sandalla kaçmayı tercih etmişlerdi."
  14 Eylül 1922'de dört av, iki keşif uçağı 06.40'da İzmir'e indiler. Arızalı olan üç keşif uçağı ise Salihli'de bırakılmıştı. Bunlardan bir tanesi 15 Eylül 1922'de İzmir'e uçtu, kalan uçaklar motor arızası nedeniyle uçuşa devam edemedi. Biri Çoban İsa istasyonunun yanına, diğeri Seydiköy'e 10 kilometre mesafede bir yere mecburi iniş yaptı. Salihli Tayyare Meydanı, Bölük Komutanı Vekili Binbaşı Yahya'ya bırakılmış, Binbaşı Fazıl İzmir'e gitmişti.
  15 Eylül 1922'de Batı Cephesi Komutanlığı Çeşme ve Seferihisar bölgesinin havadan keşfini emretti. Yapılan keşif sonucu durum şu şekilde tespit edildi:” Kaçan Yunan birliklerinin öncüleri Alaca'yı geçmişti. Çeşme İskelesinde büyük bir kalabalık gemilere binmeye çalışıyordu. Çeşme limanı açıklarında 50 büyük nakliye gemisiyle, birliklerin kol başı, Urla - Çeşme şosesi üzerinde Alaçatı'ya girmek üzeriydi. Uçakta bomba bulunmadığı için kaçan Yunan birliklerine makineli tüfek ateşi açılmıştı.
Yukarıdaki anlatımdan da anlaşılacağı üzere, İnönü Savaşları ve Sakarya çarpışmaları sırasında üstün başarılar elde eden Tayyarecilerimiz, savaşın son günlerinde benzin, yedek parça eksikliğinden, son görevlerini Alaşehir ve Salihli’nin kurtuluş günü olan 5 Eylül 1922 tarihinde yapmış, 9 Eylül, İzmir’in kurtuluş gününün heyecanını kara ordusu ile birlikte yaşayamamışlardır.
Bu yazımızla tüm şehitlerimize bir kez daha minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.

Mustafa UÇAR
Araştırmacı Yazar

Kaynakça: Tayyareci.com

3 Temmuz 2017 Pazartesi

LİDYALILARIN GİZEMLERİ; BİTKİ BİLİMCİLİĞİ

           Anadolu medeniyetinin zirvesi olan Lidya Krallığı, tarihte sadece parayı icat etmeleri ile yer alır. Oysa bu bilge ulus, ilim, bilim, kültür ve sanat alanında birçok ilklere imza atmıştır. Bu yazımızda Lidyalıların bitki bilimciliğini biraz olsun anlatmaya çalışacağız.
          Doğada, yaban halde bulunan bitkileri, tam olarak anlayamadığımız tekniklerle ıslah ederek insanlığa kazandırmışlar. Örneğin “Anemon” ya da “Tulipa” bilimsel adıyla, bizimse “Dağ Lalesi” olarak isimlendirdiğimiz Lalenin anavatanının Manisa olduğunu herkes bilir ama Lidya Krallığının Başkenti Sardes’in, Manisa’da olduğunu az sayıda insan bilir. Bitki bilimcilikleri sadece Lale ile sınırlı değil, tespit edilebilen yetiştirdikleri bitki sayısı 128’dir.

           Antik Roma'nın en önemli hekimleɾinden Cladius Galenus  (D:129 - Ö:200) ile Bitkileri araştıran ve inceleyen Dioscorides, konuyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Özellikle Dioscorides, 1. yüzyılda Anadolu ve Akdeniz bölgesine ait bitkiler üzerine yazmış olduğu” De Materia Medica”eseriyle modern botanik biliminin temellerini atar.   Dioscorides özellikle tıp bilimi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınsa da, bitkilerin iyileştirici etkileri üzerine odaklandığı araştırmaları sayesinde özellikle günümüz bitki incelemelerinin başlangıcı sayılan temel bir kaynak oluşturmuştur. De Materia Medica’nın bir başka önemli özelliği ise Dioscorides’in ele aldığı 600 farklı bitki türünü en ince detayına kadar tasvir ederken bu bitkiye ait tüm bilinen hikâyeleri, mitleri, efsaneleri ve inançları gözlemlediği diğer detaylarla birlikte kaydetmiş olmasıdır.

         Derlediğimiz bilgilere göre “Kestane”nin de anavatanı Lidya’dır. İncir ve kestaneden Helen ve Roma kaynaklarında bolca söz edilir. Hatta aynı kaynaklarda anavatanının Sardes olmasından dolayı kestaneye Helen ve Roma dönemlerinde “Sardian” (Sardes ait) dendiği iddia edilmektedir.
        Sardian yani kestane, Büyük İskender döneminde Avrupa ile tanıştı ve Romalılar döneminde değerli bir yiyecek olarak önem kazandı. 15.yy.da patatesin Avrupa’ya gelişine kadar, hem taze, hem haşlanmış ve pişmiş hem de un olarak kullanılabilmesi özellikleriyle, sürekli fetihler peşinde koşan Romalılar tarafından kutsallık kazanmıştır.
           Sanat tarihçisi, arkeolog John Boardman’ın “The middleeast,the Greek world and the Balkans to the 6 century B:C.” adlı Cambridge Üniversitesi 1984 basımı kitabının 225.sayfasında Lidya parfümlerinin “Bakkaris” markası ile pazarlandığı yazılmaktadır. Boardman’ın bu bilgiyi Efesli tarihçi Hipponax’ın aşağıdaki dizelerinden aldığı kesin:
I then my nose with bakkaris anointed,
Redolent of crocus.
Çevirisi:
              Mestteti beni Bakkaris’den yayılan
              Çiğdem kokusu
              Hipponax of Ephesos, sixth century B.C. (Ath.15.41)
       Ancak araştırmalarım sırasında Bakkaris’in bir marka değil, bir bitki adı olduğunu Dioscorides’den öğrendim. Bakkaris öyle bir bitki ki, çiçeklerinden parfüm, yapraklarından krem ve köklerinden pudra yapıyormuş Lidyalılar. Bu önemli bitkinin Dioscorides tarafından yapılmış çizimini yayınlıyorum. Belki doğaseverler, yürüyüşleri sırasında bu bitkinin en azından yabanına rastlarlar ve tekrar üretimine başlarız.

         Güneydoğu Anadolu’nun yerlisi olan Romalı Doktor Dioscorides, döneminde yaptığı farmakolojik incelemelerini yazdığı listede, bugün bile Anadolu’da yetişen birçok baharat ve çeşni bitkilerini Lidya kökenli olduğunu göstermiştir. Birkaç örnekle yazımızı bitirelim, örneğin; Defne = Daphne Lydius, Karanfil = Dienthus Lydius, Safran = Crocus Sativus ve kestane = Castanea sativa…
               Bilge ulus Lidyalıların başka bir gizeminde buluşmak dileği ile hoşça kalın…

Mustafa Uçar
Araştırmacı-Yazar
03.07.2017

30 Haziran 2017 Cuma

BİR BARDAĞIN ÖYKÜSÜ


  Yıl 1955. Henüz 5-6 yaşlarındayım, İstanbul’a, dayımın yanına misafirliğe gelmişiz. Ben hiçbir şeyin farkında değilim ama Galatasaray İstanbul liginde şampiyon olmuş. Dayımın oğlu Ali ağabey fanatik Galatasaraylı, sevinçten havalara uçuyor. Üstelik İzmirspor’dan  –Sonradan Taçsız Kral olacak- Metin Oktay isimli bir golcüyü transfer etmişler, 50. Kuruluş yıllarını kutluyorlar, keyifler yerinde…
       Bir akşamüstü, Ali ağabeyim anneme “Hala, Mustafa’yı giydir bu akşam onunla önemli ve güzel bir yere gideceğiz” dedi. Annemin” Ama çocuk aç, yemek yesin sonra gidin” gibi itirazlarını kırdı ve biz Şişli tramvay durağından tramvaya bindik. Benim için meçhule giden bir yolculuk başladı.
     Bir süre yol aldık, nereye gittiğimiz bilmiyorum aslında İstanbul’un henüz hiçbir yerini de bilmiyordum. Ali ağabeyin  “ Tamam, burada ineceğiz” sözü ile hareketlendik, kendisi önden indi beni basamakların üzerinde kucaklayıp yere bıraktı. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyorum; bir taşralı olan bana göre çok yüksek binaları, kalabalığı olan bir yerdeyiz. Otomobiller, tramvaylar, insanlar, çeşitli ses renklerinden oluşan değişik bir dünya içindeyim sanki. Sanki bizim memleketin bütün insanları, araçları hepsi burada toplanmış.
      Ali ağabeyin uzattığı eli tuttum, karşıdaki dar bir sokağa girdik. Bir süre yürüdük, kapısının bir yanında Türk bayrağı diğer tarafında, bilmediğim sarı- kırmızı renkli başka bir bayrak sallanan binanın önünde durduk. “Oku bakalım nereye gelmişiz?” dedi ağabeyim. Oysa ben daha okula gitmiyordum. Safça “Bilmem” diyebildim. O, “Galatasaray Spor Kulübü” diye kendi sorusunu kendisi yanıtladı.

       İçeriye, büyük bir salona girdik. Herkesin elinde bardaklar, küçük masaların üzerindeki yiyeceklerle bir şeyler atıştırıyor, birbirini gören arkadaşlar selamlaşıp koyu sohbetlere girişiyorlar. Ben şaşkınlığım bir kat daha artmış, sarı- kırmızı renklere bürünmüş salonu gözlemliyor neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Birden bir alkış tufanı koptu… Herkesin alkışlarla,”Bravo” sesleri ile döndüğü, yürüdüğü salon giriş kapısına baktım, bir grup insan içeriye giriyordu. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken ağabeyim kulağıma eğildi “Şampiyon Galatasaray’ın, şampiyon oyuncuları içeri giriyor. Başta hocamız Baba Gündüz arkasındaki ‘Berlin Panteri’ kaptan Turgay Şeren, Büyük Ali, İsfendiyar, Kadri Aytaç, Coşkun Özarı, Suat Mamat, Rober…” İyi ama ben bu adamların hiç birini tanımıyorum ki… Derken bir başka ses ve alkış fırtınası başladı; “Kral geliyor, Kral Metin Oktay!”
      Allah, Allah bu nasıl kral? Hani kralları sinema filmlerinden biliyorum ama bu kralın ne başında tacı, ne elinde asası ne de sırtında pelerini vardı. Tezahürata bakılırsa herhalde gerçekten bir kraldı. Ben de alkışlamaya başladım. Az sonra ortalık duruldu, sakinleşti. Böyle bir anda Ali ağabeyim” gel bak seni Baba Gündüzle tanıştırayım” dedi. Elimden tuttuğu gibi uzun boylu bir adama doğru götürdü, adam o sırada bir koltuğa oturmaya hazırlanıyordu. Bizi görünce ayakta bekledi, ağabeyim “Baba sana küçük bir taraftar getirdim” dedi. Baba koltuğa oturdu ben de onun dizine.
     Başladık sohbete:
     “ Merhaba, benim adım Gündüz ya senin ki?”
     “Mustafa!”
     “Aferin Mustafa, hangi takımı tutuyorsun?”
     Ne takımı? Ben taşradan, Salihli'den gelmişim daha takımın ne olduğunu bile bilmiyorum. Evet, memleketimde Gençler, Gürbüzler gibi takımlar var ama ben ilgilenmiyorum daha; çünkü çocuğum. O yıllardabırakın televizyonu ne doğru dürüst radyo var ülkemizde ne de gazeteler böyle günlük geliyor memleketime. Gelse ne, ben okuma bilmiyorum ki…
     .“Hiçbir takımı tutmuyorum” dedim safça. Ali ağabeyim hemen benim taşradan geldiğimi fısıldadı babaya.
     “Olur mu?” dedi Baba Gündüz; “ Sen artık Galatasaraylısın! Bak, şampiyon olduk, kupamızı aldık” diye başköşedeki kupayı gösterdi. Ben yine aynı saflıkla; “Tamam” dedim.
    Baba Gündüz:”Yok öyle tamam demekle olmaz” dedi.
    “Ya nasıl olur?” dedim.
    “ Şimdi benim söyleyeceğimi tekrarlayacaksın öyle olacak” dedi. Başladı söylemeye. O söylüyor ben tekrarlıyorum:
     “ Ölmek var dönmek yok! Ben Galatasaraylıyım!” Bu kısa yemin töreni bitti, ben Galatasaraylı oldum artık.
    “Aferin Mustafa, bu günü ve yeminini unutma” dedi baba Gündüz ve etrafına bakınmaya başladı, bir taraftan masaların üstünü kontrol ediyor bir şeyler aranıyor, bir taraftan da “Bu gence günün anısına yaraşır bir armağan verelim” diye söyleniyordu. Ama bir çocuğa uygun armağan görünmüyordu etrafta. Derken bir kişi: “Baba, bu gence ancak bu uygun görünüyor” diye bir kutu uzattı. Karton bir kutu, üzeri yeşilli beyazlı kâğıtla kaplı.
    Baba kutuyu açtı; içinde 6 adet şarap bardağı vardı. “Olmaz “ dedi ama bir çocuğa verilecek daha uygun bir hediye olmadığı için mecburen kutuyu bana uzattı ve “ Bu anıyı ömrün boyunca hatırlaman dileği ile… Haaa! Bardakları büyüyünce kullanman için veriyorum” dedi gülerek. Başımı okşadı yanından ayrıldık. Ben o gece,  bana  “Hangi takımdansın?”diye soran herkese “Galatasaraylıyım!” dedikçe alkış alıyordum.
     Çocukluk bu ya! Ben o bardaklarla çay içmeye çalışıyordum, şekerini karıştırırken de bardağı deviriyor kırılmasına sebep oluyordum. Baktım günün birinde tek bardak kaldı o zaman aklım başıma geldi. Şimdi o bardağı eşim de, ben de gözümüz gibi saklıyoruz. Kolay değil üzerinde, etrafı defne dalları ile süslenmiş Galatasaray amblemi, amblemin iki yanında 1905-1955 yazıları ve en üstte kuruluşunun ellinci yılını gösteren 50 rakamı.
    Acaba böyle bir değerli armağanı olan başka biri var mı?

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar

18 Haziran 2017 Pazar

ADALA ATATÜRK MÜZESİNE KAVUŞACAK


Yıllardan beri Salihli’nin, Adala mahallesinde, müze olmayı bekleyen tarihi ev nihayet gerçekleşiyor. Manisa Büyükşehir ve Salihli Belediyesinin katkıları ile oluşacak müze yöre halkınca merakla bekleniyor.
Aşağıda okuyacağınız “Mustafa Kemal’in Mucize Ordusu” kitabımdan alıntılanan bölümde, bu evin tarihini onurlandıran gerçek öyküsü yer alıyor:
Müze Olacak Adala'daki Ev


BAŞKOMUTAN SALİHLİ’DE
Batı Cephesi Komutanlığı’nın amacı, tahrip edilmeden ve yanmadan İzmir’i kurtarmak ve düşmanı bütün donanımıyla esir almaktı.
1. Ordu tüm birlikleriyle hemen hedeflerinin arkasında takibe devam ediyordu, ancak 2. Ordu hâlâ hedeflerinin gerisindeydi. Hızlarını arttırmaları, iki ordunun bir an önce bir araya gelebilmeleri için “ 6 Eylül 1922 günü Adala’da olması” emrini almışlardı.
Yolların bozuk, arazinin sarp ve ormanlık olması, üstelik haberleşme zorluğu çekilmesinden dolayı hedeflerine zamanında ulaşamamak, 2. Ordu Komutanı’nın sinirlerini iyice germişti.
Batı Cephesinin verdiği son emre şu yanıtı veriyordu;
“Karargâhım için cephe emrinde hedefler gösterilmiştir. 6 Eylül akşamı Adala’da bulunmak emir buyrulmuş, bu gece Yenişehir’e yetişmek mümkün olmadı, karargahım 30 Km. geride yürüyüştedir.
17. Tümen karargahına yalnız Kurmay Başkanı ile ben geldim. Benzin bitti, hayvanlarımız geride. Uşak’tan benzin istedik. Benzini ve binek hayvanlarımızı beklemek zorundayız.
Birkaç günden beri 2. Ordu müdahalelerinize hedef olmaktadır. Bu defa da Ordu Komutanı’nın, ileri birliklerden kilometrelerce ileri gitmesinin istenmesine hiçbir anlam veremedim.
Aslında 2. Ordu’nun ‘ordu’ denecek bir kuvveti kalmadığından Komutan ve karargahı ile bu kadar oynamaya sebep ve anlam yoktur. 2. Ordu Karargahı’nın lağvını ve benim bir er gibi orduda istihdamımı aracılığınızla, Başkomutan Paşa Hazretlerinden rica ederim.”
Alaşehir’de karargahta bu yazıyı alan İsmet Paşa, hemen Mustafa Kemal ve Fevzi Paşalara okudu. Birlikte Yakup Şevki Paşa’yı kırmayacak ama şevke getirecek bir yazıyla cevapladılar.
Bu yazı da özetle şöyleydi:
“Ordu karargâhının emredilen yere vasıtasızlıktan varamadığı anlaşılıyor. 2.Ordu, 1.Ordu’dan en az 40 Km. geridedir. Birliklerin bu arayı kapatması yüksek irade ve azminizden beklenir.
Haberleşmenin yetersizliği, yolların bozuk oluşu yüzünden, sizinle bağlantı kurmak için mümkün olduğu kadar önlerde bulunmanız gerekiyor. İleride yığılan Kolorduların yeni bir paylaşımı olasılığı hesaba katılmıştır. Zorunlu olarak en öndeki Tümende bulunmanız yeterlidir.
Düşman, İzmir’de topladığı birliklerle savunmaya karar verirse, iki ordu ile aralıksız hücum etmek kararındayız.”
Alaşehir’deki karargaha raporlar geldikçe artık bir kuşatma olasılığı kalmadığı anlaşılıyordu.
Başkomutan:
—Maalesef arkadaşlar, Salihli çarpışmaları beklediğimiz sonuca ulaşamadı. Düşman çemberin son halkasını da kırdı, süratle İzmir’e çekiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
—Yapılacak tek şey kaldı. Düşmana fırsat vermeden takip etmeliyiz. Eğer ağır hareket edersek, yangınların, can ve mal kaybının önüne geçemeyiz.
—Ben de İsmet Paşayla aynı düşünüyorum.
Diye araya girdi 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa.
—Eğer ağır hareket edersek, Kasaba’ (Turgutlu) yı, Manisa’yı ve hatta İzmir’i yakıp, yıkıp kaçacaklardır. Hızla takibe devam edelim.
—O halde ne duruyorsun Nurettin! Karargahını al, Salihli’ye intikal et. Birliklerinin başında, takibi hızlandır. Sanırım yarın biz de Salihli’de olacağız.
—Emredersiniz Paşam!
—İsmet! Sen de ordulara vereceğin emir ile takip işinin önemini belirt, kasaba ve köylerin yaktırılmaması için gerekli önlemleri almalarını sağla.
—Baş üstüne Paşa Hazretleri!
Kuşatma için son şans Salihli’de bu şekilde yitirilince geriye yapılacak bir tek şey kalmıştı; Salihli’den İzmir’e kadar arada kalan yerlerde yangınları ve zararı en aza indirmek. Bunu başarabilmekse günlerdir dinlenmeye fırsat bulamamış, inanç ve kararlılıkla yürüyen Mehmetlerin yürüyüş hızına bağlıydı. Mehmetçikse mucizevi yürüyüşünü temposunu arttırarak sürdürüyordu…


7 Eylül 1922, öğle üzeri değerli Paşaları taşıyan otomobil, Salihli’ye girmişti. Kendilerini Salihli Kaymakamı Zafer Nezihi Bey ve Salihli eşrafı, Çerkez (Kırveli) köyü önlerinde karşılamışlardı.
Eşraftan Hacı Mustafa (Akiş) Bey evini bu değerli konuklarına karargâh ve misafirhane olarak açmıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları burada durum değerlendirmesi yaparak ertesi gün 8 Eylül 1922 öğleden sonra, bir gün önce Adala’ya ulaşan 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’yı görmeye gittiler.
Yakup Şevki Paşa, Adala’da Mehmed Ağaya ait 1896’da inşa edilmiş iki katlı bir evin ikinci katına karargâh kurmuş, çalışıyordu.
—Kolay gelsin Paşa Hocam!
diyerek M. Kemal ve diğer paşalar eve girdi.
—Sağ olun Başkomutan Bey Hazretleri, sefa geldiniz.
—Hoş bulduk, ama biz bir gündür buradayız, asıl siz hoş geldiniz. Oldukça zor bir görevi yerine getirdiniz ve tam zamanında Adala’ya ulaşabildiniz.
Gazi’nin bu sözlerindeki imayı sezen Yakup Şevki Paşa kendisini şu sözlerle haklı çıkarmaya çalıştı;
—Kemal Paşa Hazretleri, gerçekten çok zorlu bir yolu, onca yokluk içinde elimizden geldiğince çabuk geçmeye çalıştık. Ancak yollar öyle haritalarda göründüğü gibi değil, çok sarp ve bozuktu. Üstelik yeme içme ve mühimmat eksikliği çok büyüktü.
—Süvarilerimiz zaman zaman at inerek birerli kolda yürüdü, ağır silahlarımız ve toplarımızı böyle yerlerden aşırmada zorluk çektik, Allah’a şükür buraya kadar gelebildik. Cephede aktif görev alan birçok birliğimiz de Batı Cephesi Komutanlığı tarafından 1. Ordu’ya alındılar, eldeki olanaklarla bu kadar becerebildik.
Mustafa Kemal Hocası’nın alınganlığını yatıştırıp, gönlünü almak için söze karıştı:
—Estağfurullah Hocam! Siz elinizden geleni yaptınız, rahat olunuz. Bizim acelemiz ve endişemiz, düşmanın Milne çizgisinde bir cephe tutmasını engellemek için zamanında buraya ulaşamayacağınız korkusundan kaynaklanıyordu, çok şükür beklenen olmadı. Biz de sizi Salihli’de bekleyerek, buluşup, yeniden değerlendirme yapma kararı aldık, bu amaçla şimdi burada bulunuyoruz.
Yakup Şevki Paşa derin bir iç çekti. Gözlerini Kemal Paşanın gözlerinden kaçırırcasına başını aşağıya yavaşça eğdi, utanan insanlara özgü hafif bir ses tonuyla:
— Ayrıca sizin bir mucizeyi başarabileceğinizi ilk başlarda inanmamış biri olarak… Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Siz haklıymışsınız, özür dilerim! Yaşlılığıma verin.
—Asıl ben özür dilerim, size bu sıkıntılı anları yaşattığım için. Aslında içimizden birinin başarısızlık karşısında ne yapabileceğimiz hakkında tedbirli davranması güzel bir şeydi. Ve artık hiç önemi yok. Zafer çok yakınımızda. Şimdi İzmir’e nasıl gireceğimizi konuşup tartışalım.
Yaver Muzaffer gerekli haritaları küçük, tahta masanın üzerine açmaya çalışıyor, kendisine Başyaver Salih yardım ediyordu. Paşalar ayakta ve masanın dört bir yanındaki yerlerini aldılar. Muzaffer Bey, ilgili haritayı bulup masaya yerleştirdi ve bir adım geri çekildi. Gazi, işaret parmağını Adala’nın üzerine koyup konuşmaya başladı;
—Bizim bulunduğumuz yer burası, 2. Ordu bu gün buradadır. 1. Ordu ise karargâhıyla Ahmetli’de bulunuyor. Dün birliklerimiz Bintepeler – Karayaşlı–Sart çizgisinde çetin savaşlar yaptılar.
5. Süvari Kolordusu Sart’ta, Afyon savaşlarında esir düşmüş az sayıdaki erlerimizle, Alaşehir’den alıp, götürdükleri eşraftan erkek ve kadınları kurtardı. Ayrıca Salihli yangınını da söndürdüler.
Başını haritadan kaldırdı, muhataplarının gözlerine tek tek bakarak konuşmasını sürdürdü:
—Efendiler! Milne çizgisinde tutunamayan düşman batıya çekilmeye devam ediyor. Aldıkları ya da alacakları destekler ile yeni bir çizgi üzerinde tutunabilirler mi? Böyle bir hattı nerede kurarlar? Bu gün en önemli konu budur.
Batı cephesi komutanı İsmet Paşa:
—Paşa Hazretleri! Buyurduğunuz gibi düşman, Milne çizgisinden batıya çekilmektedir. Bu arada önüne çıkan köy ve kasabaları yangın bölükleri ile yakmakta, ahaliyi çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek bakmadan işkence ile öldürmektedir.
Komutanlığımız öncelikle bu durumun önüne geçmek üzere tüm birliklerimizi olanca hızla arkalarından gönderiyoruz. Amacımız öncelikle ölüm ve yangın olaylarını engellemektir, düşmana ağır kayıplar verdiriyoruz. Bence düşman İzmir önlerinden başka bir yerde tutunamaz.
diye açıklama yaptı.
Gözler derin bir iç çeken Fevzi Paşaya çevrildi. Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa, masa üzerindeki haritaya eğildi, dikkatle baktı ve doğrularak;
—Bence de Yunan ancak İzmir önlerinde tutunabilir. Ancak, biz araziyi tam olarak bilmiyoruz, Yakup Şevki Paşa’nın da az önce belirttiği gibi, elimizdeki haritalar çok eski ve bize gerekli bilgileri tam olarak vermiyor. Eğer araziyi tanıyanlar bulur ve konuşursak evet. O zaman daha kesin konuşurum...
Haritaların eskiliği gerçekten bir sorundu. Ancak çevreyi iyi bilen birinin yardımı ile kesin sonuçlar alınabilirdi.
Ev sahibinden çevreyi İzmir’e kadar iyi bilen birini bulmasını rica ettiler. Az sonra yaşlı Boşnak Mehmet Ağa, Paşalarla tanışmanın verdiği heyecanla titreyerek masanın başında yerini almıştı.
Paşalar, Yaver Muzaffer’den haritaları bir kez daha, yüksek sesle okumasını istediler, yaver söze başladı:
—Efendim! İzin verirseniz, ben iki gündür geceli gündüzlü haritaları inceliyorum. Anladığım kadarıyla İzmir’e üç ayrı boğazdan girilebiliyor; bunlardan birincisi, Nif (Kemalpaşa) - Belkahve, ikincisi Emirâlem - Menemen, üçüncüsü Manisa — Sabuncubeli boğazlarıdır.
Yaver Muzaffer Açıklamalarına harita üzerinde yer göstererek devam ediyordu. Dört komutan Paşanın ve Mehmet ağanın gözleri Muzaffer’in gösterdiği noktalarda birleşiyor, anlatılanları dikkatle dinliyorlardı;
—Anladığım kadarıyla Belkahve yolu hem kısa, hem de oldukça düzdür. Menemen boğazı da düzdür ve demiryolu da buradan geçmektedir, ancak daha uzundur. Sabuncubeli ise çok sarp ve ormanlıktır. Aldığımız raporlara göre düşman bu üç boğazı da kullanarak geri çekilmektedir. Nerede savunma çizgisi kuracaklarını bilemem ama bu üç boğaz da stratejik önem taşımaktadır.
Mustafa Kemal bakışlarını ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturarak bekleyen Mehmet ağaya çevirdi:
—Sen bu konuda ne düşünüyorsun ağa?
Mehmet ağa söylenenleri dinlemiş ama haritalardan bir şey anlamamıştı. Paşanın sorusuna cevaben:
—Valla ben harita filan bilmem paşam. Emme bu askerin söyledikleri doğru. Gerisini siz deyiverin gari. Dedi.
Gazi Mustafa Kemal hoşnut bakışlarını Muzaffer’e çevirdi:
—Aferin sana! Harita okuma ve şifre çözme işlerini sana vermekle ne doğru iş yapmışım. Bir kere daha Aferin!
—Evet, ama yakında yazıları okumak için şişe dibi gibi camlı gözlüklere ihtiyacı olacak...
Baş Yaver Salih’in boş bulunup söylediği bu söze tüm Paşalar kahkahalarla güldüler.
Gerçekten de Yaver Muzaffer tüm savaş boyu geceleri mum ve lambaların ölgün, sarı, güçsüz ışıkları altında, gündüzleri güçlü güneş ışıkları altında üstelik hareketli otomobil içinde haritaları inceliyor, bir sürü rakam ve harflerden oluşan şifreleri büyük bir hızla okuyordu.
Ve Salih’in öngörüsü yıllar sonra gerçek olacak, Yaver Muzaffer ömrünün geri kalan bölümünde çevresini, sınırı çerçevelerle belirlenmiş kalın camların ardından görmeye çalışacaktı.
Haritaların okunması sırasında
—Bugün, gelecek raporları da görelim ve gereğini ona göre düzenleyelim. Düşünceme göre düşman artık hiçbir yerde tutunamayacaktır. Bu saatten sonra dağılmış birlikleri toplamak hem zor, hem de zaman ister, oysa onların zamanları kalmamıştır!
Kemal Paşa bunları söylerken, vereceği kararın aklında şekillendiği anlaşılıyordu;
—Biz önceki kararlarımızı uygulamaya devam edelim; 1. Ordu Irlamaz Çayı’na doğru ilerleyecektir. 2. Ordu Marmara gölünün 8 Km. kuzeyindeki Taşkuyucuk- Şahabbas – Bintepeler— Gediz nehri çizgisine ilerleyecektir. Bizim için en önemli ve bilinmeyen nokta Yunanlıların yeni getirdikleri umulan birliklerinin hangi bölgede yığınak yaptıklarıdır. Düşman, bulunduğu bölgeden yürüyüş kol başlarımıza taarruz edecek mi ya da savunma için bekleyecek mi? Bu durumun bütün komutanlarca düşünülmesi ve anlaşılmağa çalışılması gereklidir. Bu nedenle yürüyüş disiplini ve savaş hazırlığı esas olmalıdır.
Bu yüzden yürüyüşün geç kalması veya mesafenin az olması önemli değildir. Bilakis her iki ordunun birinci çizgide fazlaca tümen bulundurması ve irtibatın sağlanması lazımdır! Durumu Ordu komutanlıklarına bildirelim. Gerekirse Akhisar ve Manisa önlerinde iki orduyu bir araya getirir, birlikte düşmanın son savunma çizgisini geçeriz. Mutabık mıyız?
 Tüm Paşalar bir ağızdan onayladılar;
—Mutabıkız!
—Başka bir şey yoksa Salihli’ye dönelim ve gelen raporları görelim.
Paşalar bu görüşmelerin çok yararlı geçtiğine inanıyorlardı, ancak düşmanın direnip direnmeyeceği sorunu halen kafalarda bir soru işareti olarak duruyordu.
Birlikte otomobillerine binerek, Eylül ayının serinlettiği akşam saatlerinde Adala’nın güneyinden kıvrılıp geçen Gediz nehri boyunca uzanan tozlu yoldan Salihli’ye doğru ilerlediler.
Umarım bu tarihi evin öyküsü müze kurma çalışmasını yapacak olanlara yol gösterici olur ve açıldığında ziyaretçiler de mutlu ayrılırlar “Atatürk Müzesi”nden..

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar





“Karargâhım için cephe emrinde hedefler gösterilmiştir. 6 Eylül akşamı Adala’da bulunmak emir buyrulmuş, bu gece Yenişehir’e yetişmek mümkün olmadı, karargahım 30 Km. geride yürüyüştedir.

17. Tümen karargahına yalnız Kurmay Başkanı ile ben geldim. Benzin bitti, hayvanlarımız geride. Uşak’tan benzin istedik. Benzini ve binek hayvanlarımızı beklemek zorundayız.

Birkaç günden beri 2. Ordu müdahalelerinize hedef olmaktadır. Bu defa da Ordu Komutanı’nın, ileri birliklerden kilometrelerce ileri gitmesinin istenmesine hiçbir anlam veremedim.
Aslında 2. Ordu’nun ‘ordu’ denecek bir kuvveti kalmadığından Komutan ve karargahı ile bu kadar oynamaya sebep ve anlam yoktur. 2. Ordu Karargahı’nın lağvını ve benim bir er gibi orduda istihdamımı aracılığınızla, Başkomutan Paşa Hazretlerinden rica ederim.”
Alaşehir’de karargahta bu yazıyı alan İsmet Paşa, hemen Mustafa Kemal ve Fevzi Paşalara okudu. Birlikte Yakup Şevki Paşa’yı kırmayacak ama şevke getirecek bir yazıyla cevapladılar.
Bu yazı da özetle şöyleydi:
“Ordu karargâhının emredilen yere vasıtasızlıktan varamadığı anlaşılıyor. 2.Ordu, 1.Ordu’dan en az 40 Km. geridedir. Birliklerin bu arayı kapatması yüksek irade ve azminizden beklenir.
Haberleşmenin yetersizliği, yolların bozuk oluşu yüzünden, sizinle bağlantı kurmak için mümkün olduğu kadar önlerde bulunmanız gerekiyor. İleride yığılan Kolorduların yeni bir paylaşımı olasılığı hesaba katılmıştır. Zorunlu olarak en öndeki Tümende bulunmanız yeterlidir.
Düşman, İzmir’de topladığı birliklerle savunmaya karar verirse, iki ordu ile aralıksız hücum etmek kararındayız.”
Alaşehir’deki karargaha raporlar geldikçe artık bir kuşatma olasılığı kalmadığı anlaşılıyordu.
Başkomutan:
—Maalesef arkadaşlar, Salihli çarpışmaları beklediğimiz sonuca ulaşamadı. Düşman çemberin son halkasını da kırdı, süratle İzmir’e çekiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
—Yapılacak tek şey kaldı. Düşmana fırsat vermeden takip etmeliyiz. Eğer ağır hareket edersek, yangınların, can ve mal kaybının önüne geçemeyiz.
—Ben de İsmet Paşayla aynı düşünüyorum.
Diye araya girdi 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa.
—Eğer ağır hareket edersek, Kasaba’ (Turgutlu) yı, Manisa’yı ve hatta İzmir’i yakıp, yıkıp kaçacaklardır. Hızla takibe devam edelim.
—O halde ne duruyorsun Nurettin! Karargahını al, Salihli’ye intikal et. Birliklerinin başında, takibi hızlandır. Sanırım yarın biz de Salihli’de olacağız.
—Emredersiniz Paşam!
—İsmet! Sen de ordulara vereceğin emir ile takip işinin önemini belirt, kasaba ve köylerin yaktırılmaması için gerekli önlemleri almalarını sağla.
—Baş üstüne Paşa Hazretleri!
Kuşatma için son şans Salihli’de bu şekilde yitirilince geriye yapılacak bir tek şey kalmıştı; Salihli’den İzmir’e kadar arada kalan yerlerde yangınları ve zararı en aza indirmek. Bunu başarabilmekse günlerdir dinlenmeye fırsat bulamamış, inanç ve kararlılıkla yürüyen Mehmetlerin yürüyüş hızına bağlıydı. Mehmetçikse mucizevi yürüyüşünü temposunu arttırarak sürdürüyordu…


7 Eylül 1922, öğle üzeri değerli Paşaları taşıyan otomobil, Salihli’ye girmişti. Kendilerini Salihli Kaymakamı Zafer Nezihi Bey ve Salihli eşrafı, Çerkez (Kırveli) köyü önlerinde karşılamışlardı.
Eşraftan Hacı Mustafa (Akiş) Bey evini bu değerli konuklarına karargâh ve misafirhane olarak açmıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları burada durum değerlendirmesi yaparak ertesi gün 8 Eylül 1922 öğleden sonra, bir gün önce Adala’ya ulaşan 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’yı görmeye gittiler.
Yakup Şevki Paşa, Adala’da Mehmed Ağaya ait 1896’da inşa edilmiş iki katlı bir evin ikinci katına karargâh kurmuş, çalışıyordu.
—Kolay gelsin Paşa Hocam!
diyerek M. Kemal ve diğer paşalar eve girdi.
—Sağ olun Başkomutan Bey Hazretleri, sefa geldiniz.
—Hoş bulduk, ama biz bir gündür buradayız, asıl siz hoş geldiniz. Oldukça zor bir görevi yerine getirdiniz ve tam zamanında Adala’ya ulaşabildiniz.
Gazi’nin bu sözlerindeki imayı sezen Yakup Şevki Paşa kendisini şu sözlerle haklı çıkarmaya çalıştı;
—Kemal Paşa Hazretleri, gerçekten çok zorlu bir yolu, onca yokluk içinde elimizden geldiğince çabuk geçmeye çalıştık. Ancak yollar öyle haritalarda göründüğü gibi değil, çok sarp ve bozuktu. Üstelik yeme içme ve mühimmat eksikliği çok büyüktü.
—Süvarilerimiz zaman zaman at inerek birerli kolda yürüdü, ağır silahlarımız ve toplarımızı böyle yerlerden aşırmada zorluk çektik, Allah’a şükür buraya kadar gelebildik. Cephede aktif görev alan birçok birliğimiz de Batı Cephesi Komutanlığı tarafından 1. Ordu’ya alındılar, eldeki olanaklarla bu kadar becerebildik.

Mustafa Kemal Hocası’nın alınganlığını yatıştırıp, gönlünü almak için söze karıştı:
—Estağfurullah Hocam! Siz elinizden geleni yaptınız, rahat olunuz. Bizim acelemiz ve endişemiz, düşmanın Milne çizgisinde bir cephe tutmasını engellemek için zamanında buraya ulaşamayacağınız korkusundan kaynaklanıyordu, çok şükür beklenen olmadı. Biz de sizi Salihli’de bekleyerek, buluşup, yeniden değerlendirme yapma kararı aldık, bu amaçla şimdi burada bulunuyoruz.
Yakup Şevki Paşa derin bir iç çekti. Gözlerini Kemal Paşanın gözlerinden kaçırırcasına başını aşağıya yavaşça eğdi, utanan insanlara özgü hafif bir ses tonuyla:
— Ayrıca sizin bir mucizeyi başarabileceğinizi ilk başlarda inanmamış biri olarak… Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Siz haklıymışsınız, özür dilerim! Yaşlılığıma verin.
—Asıl ben özür dilerim, size bu sıkıntılı anları yaşattığım için. Aslında içimizden birinin başarısızlık karşısında ne yapabileceğimiz hakkında tedbirli davranması güzel bir şeydi. Ve artık hiç önemi yok. Zafer çok yakınımızda. Şimdi İzmir’e nasıl gireceğimizi konuşup tartışalım.
Yaver Muzaffer gerekli haritaları küçük, tahta masanın üzerine açmaya çalışıyor, kendisine Başyaver Salih yardım ediyordu. Paşalar ayakta ve masanın dört bir yanındaki yerlerini aldılar. Muzaffer Bey, ilgili haritayı bulup masaya yerleştirdi ve bir adım geri çekildi. Gazi, işaret parmağını Adala’nın üzerine koyup konuşmaya başladı;
—Bizim bulunduğumuz yer burası, 2. Ordu bu gün buradadır. 1. Ordu ise karargâhıyla Ahmetli’de bulunuyor. Dün birliklerimiz Bintepeler – Karayaşlı–Sart çizgisinde çetin savaşlar yaptılar.
5. Süvari Kolordusu Sart’ta, Afyon savaşlarında esir düşmüş az sayıdaki erlerimizle, Alaşehir’den alıp, götürdükleri eşraftan erkek ve kadınları kurtardı. Ayrıca Salihli yangınını da söndürdüler.
Başını haritadan kaldırdı, muhataplarının gözlerine tek tek bakarak konuşmasını sürdürdü:
—Efendiler! Milne çizgisinde tutunamayan düşman batıya çekilmeye devam ediyor. Aldıkları ya da alacakları destekler ile yeni bir çizgi üzerinde tutunabilirler mi? Böyle bir hattı nerede kurarlar? Bu gün en önemli konu budur.
Batı cephesi komutanı İsmet Paşa:
—Paşa Hazretleri! Buyurduğunuz gibi düşman, Milne çizgisinden batıya çekilmektedir. Bu arada önüne çıkan köy ve kasabaları yangın bölükleri ile yakmakta, ahaliyi çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek bakmadan işkence ile öldürmektedir.
Komutanlığımız öncelikle bu durumun önüne geçmek üzere tüm birliklerimizi olanca hızla arkalarından gönderiyoruz. Amacımız öncelikle ölüm ve yangın olaylarını engellemektir, düşmana ağır kayıplar verdiriyoruz. Bence düşman İzmir önlerinden başka bir yerde tutunamaz.
diye açıklama yaptı.
Gözler derin bir iç çeken Fevzi Paşaya çevrildi. Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa, masa üzerindeki haritaya eğildi, dikkatle baktı ve doğrularak;
—Bence de Yunan ancak İzmir önlerinde tutunabilir. Ancak, biz araziyi tam olarak bilmiyoruz, Yakup Şevki Paşa’nın da az önce belirttiği gibi, elimizdeki haritalar çok eski ve bize gerekli bilgileri tam olarak vermiyor. Eğer araziyi tanıyanlar bulur ve konuşursak evet. O zaman daha kesin konuşurum...
Haritaların eskiliği gerçekten bir sorundu. Ancak çevreyi iyi bilen birinin yardımı ile kesin sonuçlar alınabilirdi.
Ev sahibinden çevreyi İzmir’e kadar iyi bilen birini bulmasını rica ettiler. Az sonra yaşlı Boşnak Mehmet Ağa, Paşalarla tanışmanın verdiği heyecanla titreyerek masanın başında yerini almıştı.
Paşalar, Yaver Muzaffer’den haritaları bir kez daha, yüksek sesle okumasını istediler, yaver söze başladı:
—Efendim! İzin verirseniz, ben iki gündür geceli gündüzlü haritaları inceliyorum. Anladığım kadarıyla İzmir’e üç ayrı boğazdan girilebiliyor; bunlardan birincisi, Nif (Kemalpaşa) - Belkahve, ikincisi Emirâlem - Menemen, üçüncüsü Manisa — Sabuncubeli boğazlarıdır.
Yaver Muzaffer Açıklamalarına harita üzerinde yer göstererek devam ediyordu. Dört komutan Paşanın ve Mehmet ağanın gözleri Muzaffer’in gösterdiği noktalarda birleşiyor, anlatılanları dikkatle dinliyorlardı;
—Anladığım kadarıyla Belkahve yolu hem kısa, hem de oldukça düzdür. Menemen boğazı da düzdür ve demiryolu da buradan geçmektedir, ancak daha uzundur. Sabuncubeli ise çok sarp ve ormanlıktır. Aldığımız raporlara göre düşman bu üç boğazı da kullanarak geri çekilmektedir. Nerede savunma çizgisi kuracaklarını bilemem ama bu üç boğaz da stratejik önem taşımaktadır.
Mustafa Kemal bakışlarını ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturarak bekleyen Mehmet ağaya çevirdi:
—Sen bu konuda ne düşünüyorsun ağa?
Mehmet ağa söylenenleri dinlemiş ama haritalardan bir şey anlamamıştı. Paşanın sorusuna cevaben:
—Valla ben harita filan bilmem paşam. Emme bu askerin söyledikleri doğru. Gerisini siz deyiverin gari. Dedi.
Gazi Mustafa Kemal hoşnut bakışlarını Muzaffer’e çevirdi:
—Aferin sana! Harita okuma ve şifre çözme işlerini sana vermekle ne doğru iş yapmışım. Bir kere daha Aferin!
—Evet, ama yakında yazıları okumak için şişe dibi gibi camlı gözlüklere ihtiyacı olacak...
Baş Yaver Salih’in boş bulunup söylediği bu söze tüm Paşalar kahkahalarla güldüler.
Gerçekten de Yaver Muzaffer tüm savaş boyu geceleri mum ve lambaların ölgün, sarı, güçsüz ışıkları altında, gündüzleri güçlü güneş ışıkları altında üstelik hareketli otomobil içinde haritaları inceliyor, bir sürü rakam ve harflerden oluşan şifreleri büyük bir hızla okuyordu.
Ve Salih’in öngörüsü yıllar sonra gerçek olacak, Yaver Muzaffer ömrünün geri kalan bölümünde çevresini, sınırı çerçevelerle belirlenmiş kalın camların ardından görmeye çalışacaktı.
Haritaların okunması sırasında
—Bugün, gelecek raporları da görelim ve gereğini ona göre düzenleyelim. Düşünceme göre düşman artık hiçbir yerde tutunamayacaktır. Bu saatten sonra dağılmış birlikleri toplamak hem zor, hem de zaman ister, oysa onların zamanları kalmamıştır!
Kemal Paşa bunları söylerken, vereceği kararın aklında şekillendiği anlaşılıyordu;
—Biz önceki kararlarımızı uygulamaya devam edelim; 1. Ordu Irlamaz Çayı’na doğru ilerleyecektir. 2. Ordu Marmara gölünün 8 Km. kuzeyindeki Taşkuyucuk- Şahabbas – Bintepeler— Gediz nehri çizgisine ilerleyecektir. Bizim için en önemli ve bilinmeyen nokta Yunanlıların yeni getirdikleri umulan birliklerinin hangi bölgede yığınak yaptıklarıdır. Düşman, bulunduğu bölgeden yürüyüş kol başlarımıza taarruz edecek mi ya da savunma için bekleyecek mi? Bu durumun bütün komutanlarca düşünülmesi ve anlaşılmağa çalışılması gereklidir. Bu nedenle yürüyüş disiplini ve savaş hazırlığı esas olmalıdır.
Bu yüzden yürüyüşün geç kalması veya mesafenin az olması önemli değildir. Bilakis her iki ordunun birinci çizgide fazlaca tümen bulundurması ve irtibatın sağlanması lazımdır! Durumu Ordu komutanlıklarına bildirelim. Gerekirse Akhisar ve Manisa önlerinde iki orduyu bir araya getirir, birlikte düşmanın son savunma çizgisini geçeriz. Mutabık mıyız?
 Tüm Paşalar bir ağızdan onayladılar;
—Mutabıkız!
—Başka bir şey yoksa Salihli’ye dönelim ve gelen raporları görelim.
Paşalar bu görüşmelerin çok yararlı geçtiğine inanıyorlardı, ancak düşmanın direnip direnmeyeceği sorunu halen kafalarda bir soru işareti olarak duruyordu.
Birlikte otomobillerine binerek, Eylül ayının serinlettiği akşam saatlerinde Adala’nın güneyinden kıvrılıp geçen Gediz nehri boyunca uzanan tozlu yoldan Salihli’ye doğru ilerlediler.
Umarım bu tarihi evin öyküsü müze kurma çalışmasını yapacak olanlara yol gösterici olur ve açıldığında ziyaretçiler de mutlu ayrılırlar “Atatürk Müzesi”nden..

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar
“Karargâhım için cephe emrinde hedefler gösterilmiştir. 6 Eylül akşamı Adala’da bulunmak emir buyrulmuş, bu gece Yenişehir’e yetişmek mümkün olmadı, karargahım 30 Km. geride yürüyüştedir.
17. Tümen karargahına yalnız Kurmay Başkanı ile ben geldim. Benzin bitti, hayvanlarımız geride. Uşak’tan benzin istedik. Benzini ve binek hayvanlarımızı beklemek zorundayız.
Birkaç günden beri 2. Ordu müdahalelerinize hedef olmaktadır. Bu defa da Ordu Komutanı’nın, ileri birliklerden kilometrelerce ileri gitmesinin istenmesine hiçbir anlam veremedim.
Aslında 2. Ordu’nun ‘ordu’ denecek bir kuvveti kalmadığından Komutan ve karargahı ile bu kadar oynamaya sebep ve anlam yoktur. 2. Ordu Karargahı’nın lağvını ve benim bir er gibi orduda istihdamımı aracılığınızla, Başkomutan Paşa Hazretlerinden rica ederim.”
Alaşehir’de karargahta bu yazıyı alan İsmet Paşa, hemen Mustafa Kemal ve Fevzi Paşalara okudu. Birlikte Yakup Şevki Paşa’yı kırmayacak ama şevke getirecek bir yazıyla cevapladılar.
Bu yazı da özetle şöyleydi:
“Ordu karargâhının emredilen yere vasıtasızlıktan varamadığı anlaşılıyor. 2.Ordu, 1.Ordu’dan en az 40 Km. geridedir. Birliklerin bu arayı kapatması yüksek irade ve azminizden beklenir.
Haberleşmenin yetersizliği, yolların bozuk oluşu yüzünden, sizinle bağlantı kurmak için mümkün olduğu kadar önlerde bulunmanız gerekiyor. İleride yığılan Kolorduların yeni bir paylaşımı olasılığı hesaba katılmıştır. Zorunlu olarak en öndeki Tümende bulunmanız yeterlidir.
Düşman, İzmir’de topladığı birliklerle savunmaya karar verirse, iki ordu ile aralıksız hücum etmek kararındayız.”
Alaşehir’deki karargaha raporlar geldikçe artık bir kuşatma olasılığı kalmadığı anlaşılıyordu.
Başkomutan:
—Maalesef arkadaşlar, Salihli çarpışmaları beklediğimiz sonuca ulaşamadı. Düşman çemberin son halkasını da kırdı, süratle İzmir’e çekiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
—Yapılacak tek şey kaldı. Düşmana fırsat vermeden takip etmeliyiz. Eğer ağır hareket edersek, yangınların, can ve mal kaybının önüne geçemeyiz.
—Ben de İsmet Paşayla aynı düşünüyorum.
Diye araya girdi 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa.
—Eğer ağır hareket edersek, Kasaba’ (Turgutlu) yı, Manisa’yı ve hatta İzmir’i yakıp, yıkıp kaçacaklardır. Hızla takibe devam edelim.
—O halde ne duruyorsun Nurettin! Karargahını al, Salihli’ye intikal et. Birliklerinin başında, takibi hızlandır. Sanırım yarın biz de Salihli’de olacağız.
—Emredersiniz Paşam!
—İsmet! Sen de ordulara vereceğin emir ile takip işinin önemini belirt, kasaba ve köylerin yaktırılmaması için gerekli önlemleri almalarını sağla.
—Baş üstüne Paşa Hazretleri!
Kuşatma için son şans Salihli’de bu şekilde yitirilince geriye yapılacak bir tek şey kalmıştı; Salihli’den İzmir’e kadar arada kalan yerlerde yangınları ve zararı en aza indirmek. Bunu başarabilmekse günlerdir dinlenmeye fırsat bulamamış, inanç ve kararlılıkla yürüyen Mehmetlerin yürüyüş hızına bağlıydı. Mehmetçikse mucizevi yürüyüşünü temposunu arttırarak sürdürüyordu…


7 Eylül 1922, öğle üzeri değerli Paşaları taşıyan otomobil, Salihli’ye girmişti. Kendilerini Salihli Kaymakamı Zafer Nezihi Bey ve Salihli eşrafı, Çerkez (Kırveli) köyü önlerinde karşılamışlardı.
Eşraftan Hacı Mustafa (Akiş) Bey evini bu değerli konuklarına karargâh ve misafirhane olarak açmıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları burada durum değerlendirmesi yaparak ertesi gün 8 Eylül 1922 öğleden sonra, bir gün önce Adala’ya ulaşan 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’yı görmeye gittiler.
Yakup Şevki Paşa, Adala’da Mehmed Ağaya ait 1896’da inşa edilmiş iki katlı bir evin ikinci katına karargâh kurmuş, çalışıyordu.
—Kolay gelsin Paşa Hocam!
diyerek M. Kemal ve diğer paşalar eve girdi.
—Sağ olun Başkomutan Bey Hazretleri, sefa geldiniz.
—Hoş bulduk, ama biz bir gündür buradayız, asıl siz hoş geldiniz. Oldukça zor bir görevi yerine getirdiniz ve tam zamanında Adala’ya ulaşabildiniz.
Gazi’nin bu sözlerindeki imayı sezen Yakup Şevki Paşa kendisini şu sözlerle haklı çıkarmaya çalıştı;
—Kemal Paşa Hazretleri, gerçekten çok zorlu bir yolu, onca yokluk içinde elimizden geldiğince çabuk geçmeye çalıştık. Ancak yollar öyle haritalarda göründüğü gibi değil, çok sarp ve bozuktu. Üstelik yeme içme ve mühimmat eksikliği çok büyüktü.
—Süvarilerimiz zaman zaman at inerek birerli kolda yürüdü, ağır silahlarımız ve toplarımızı böyle yerlerden aşırmada zorluk çektik, Allah’a şükür buraya kadar gelebildik. Cephede aktif görev alan birçok birliğimiz de Batı Cephesi Komutanlığı tarafından 1. Ordu’ya alındılar, eldeki olanaklarla bu kadar becerebildik.

Mustafa Kemal Hocası’nın alınganlığını yatıştırıp, gönlünü almak için söze karıştı:
—Estağfurullah Hocam! Siz elinizden geleni yaptınız, rahat olunuz. Bizim acelemiz ve endişemiz, düşmanın Milne çizgisinde bir cephe tutmasını engellemek için zamanında buraya ulaşamayacağınız korkusundan kaynaklanıyordu, çok şükür beklenen olmadı. Biz de sizi Salihli’de bekleyerek, buluşup, yeniden değerlendirme yapma kararı aldık, bu amaçla şimdi burada bulunuyoruz.
Yakup Şevki Paşa derin bir iç çekti. Gözlerini Kemal Paşanın gözlerinden kaçırırcasına başını aşağıya yavaşça eğdi, utanan insanlara özgü hafif bir ses tonuyla:
— Ayrıca sizin bir mucizeyi başarabileceğinizi ilk başlarda inanmamış biri olarak… Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Siz haklıymışsınız, özür dilerim! Yaşlılığıma verin.
—Asıl ben özür dilerim, size bu sıkıntılı anları yaşattığım için. Aslında içimizden birinin başarısızlık karşısında ne yapabileceğimiz hakkında tedbirli davranması güzel bir şeydi. Ve artık hiç önemi yok. Zafer çok yakınımızda. Şimdi İzmir’e nasıl gireceğimizi konuşup tartışalım.
Yaver Muzaffer gerekli haritaları küçük, tahta masanın üzerine açmaya çalışıyor, kendisine Başyaver Salih yardım ediyordu. Paşalar ayakta ve masanın dört bir yanındaki yerlerini aldılar. Muzaffer Bey, ilgili haritayı bulup masaya yerleştirdi ve bir adım geri çekildi. Gazi, işaret parmağını Adala’nın üzerine koyup konuşmaya başladı;
—Bizim bulunduğumuz yer burası, 2. Ordu bu gün buradadır. 1. Ordu ise karargâhıyla Ahmetli’de bulunuyor. Dün birliklerimiz Bintepeler – Karayaşlı–Sart çizgisinde çetin savaşlar yaptılar.
5. Süvari Kolordusu Sart’ta, Afyon savaşlarında esir düşmüş az sayıdaki erlerimizle, Alaşehir’den alıp, götürdükleri eşraftan erkek ve kadınları kurtardı. Ayrıca Salihli yangınını da söndürdüler.
Başını haritadan kaldırdı, muhataplarının gözlerine tek tek bakarak konuşmasını sürdürdü:
—Efendiler! Milne çizgisinde tutunamayan düşman batıya çekilmeye devam ediyor. Aldıkları ya da alacakları destekler ile yeni bir çizgi üzerinde tutunabilirler mi? Böyle bir hattı nerede kurarlar? Bu gün en önemli konu budur.
Batı cephesi komutanı İsmet Paşa:
—Paşa Hazretleri! Buyurduğunuz gibi düşman, Milne çizgisinden batıya çekilmektedir. Bu arada önüne çıkan köy ve kasabaları yangın bölükleri ile yakmakta, ahaliyi çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek bakmadan işkence ile öldürmektedir.
Komutanlığımız öncelikle bu durumun önüne geçmek üzere tüm birliklerimizi olanca hızla arkalarından gönderiyoruz. Amacımız öncelikle ölüm ve yangın olaylarını engellemektir, düşmana ağır kayıplar verdiriyoruz. Bence düşman İzmir önlerinden başka bir yerde tutunamaz.
diye açıklama yaptı.
Gözler derin bir iç çeken Fevzi Paşaya çevrildi. Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Paşa, masa üzerindeki haritaya eğildi, dikkatle baktı ve doğrularak;
—Bence de Yunan ancak İzmir önlerinde tutunabilir. Ancak, biz araziyi tam olarak bilmiyoruz, Yakup Şevki Paşa’nın da az önce belirttiği gibi, elimizdeki haritalar çok eski ve bize gerekli bilgileri tam olarak vermiyor. Eğer araziyi tanıyanlar bulur ve konuşursak evet. O zaman daha kesin konuşurum...
Haritaların eskiliği gerçekten bir sorundu. Ancak çevreyi iyi bilen birinin yardımı ile kesin sonuçlar alınabilirdi.
Ev sahibinden çevreyi İzmir’e kadar iyi bilen birini bulmasını rica ettiler. Az sonra yaşlı Boşnak Mehmet Ağa, Paşalarla tanışmanın verdiği heyecanla titreyerek masanın başında yerini almıştı.
Paşalar, Yaver Muzaffer’den haritaları bir kez daha, yüksek sesle okumasını istediler, yaver söze başladı:
—Efendim! İzin verirseniz, ben iki gündür geceli gündüzlü haritaları inceliyorum. Anladığım kadarıyla İzmir’e üç ayrı boğazdan girilebiliyor; bunlardan birincisi, Nif (Kemalpaşa) - Belkahve, ikincisi Emirâlem - Menemen, üçüncüsü Manisa — Sabuncubeli boğazlarıdır.
Yaver Muzaffer Açıklamalarına harita üzerinde yer göstererek devam ediyordu. Dört komutan Paşanın ve Mehmet ağanın gözleri Muzaffer’in gösterdiği noktalarda birleşiyor, anlatılanları dikkatle dinliyorlardı;
—Anladığım kadarıyla Belkahve yolu hem kısa, hem de oldukça düzdür. Menemen boğazı da düzdür ve demiryolu da buradan geçmektedir, ancak daha uzundur. Sabuncubeli ise çok sarp ve ormanlıktır. Aldığımız raporlara göre düşman bu üç boğazı da kullanarak geri çekilmektedir. Nerede savunma çizgisi kuracaklarını bilemem ama bu üç boğaz da stratejik önem taşımaktadır.
Mustafa Kemal bakışlarını ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturarak bekleyen Mehmet ağaya çevirdi:
—Sen bu konuda ne düşünüyorsun ağa?
Mehmet ağa söylenenleri dinlemiş ama haritalardan bir şey anlamamıştı. Paşanın sorusuna cevaben:
—Valla ben harita filan bilmem paşam. Emme bu askerin söyledikleri doğru. Gerisini siz deyiverin gari. Dedi.
Gazi Mustafa Kemal hoşnut bakışlarını Muzaffer’e çevirdi:
—Aferin sana! Harita okuma ve şifre çözme işlerini sana vermekle ne doğru iş yapmışım. Bir kere daha Aferin!
—Evet, ama yakında yazıları okumak için şişe dibi gibi camlı gözlüklere ihtiyacı olacak...
Baş Yaver Salih’in boş bulunup söylediği bu söze tüm Paşalar kahkahalarla güldüler.
Gerçekten de Yaver Muzaffer tüm savaş boyu geceleri mum ve lambaların ölgün, sarı, güçsüz ışıkları altında, gündüzleri güçlü güneş ışıkları altında üstelik hareketli otomobil içinde haritaları inceliyor, bir sürü rakam ve harflerden oluşan şifreleri büyük bir hızla okuyordu.
Ve Salih’in öngörüsü yıllar sonra gerçek olacak, Yaver Muzaffer ömrünün geri kalan bölümünde çevresini, sınırı çerçevelerle belirlenmiş kalın camların ardından görmeye çalışacaktı.
Haritaların okunması sırasında
—Bugün, gelecek raporları da görelim ve gereğini ona göre düzenleyelim. Düşünceme göre düşman artık hiçbir yerde tutunamayacaktır. Bu saatten sonra dağılmış birlikleri toplamak hem zor, hem de zaman ister, oysa onların zamanları kalmamıştır!
Kemal Paşa bunları söylerken, vereceği kararın aklında şekillendiği anlaşılıyordu;
—Biz önceki kararlarımızı uygulamaya devam edelim; 1. Ordu Irlamaz Çayı’na doğru ilerleyecektir. 2. Ordu Marmara gölünün 8 Km. kuzeyindeki Taşkuyucuk- Şahabbas – Bintepeler— Gediz nehri çizgisine ilerleyecektir. Bizim için en önemli ve bilinmeyen nokta Yunanlıların yeni getirdikleri umulan birliklerinin hangi bölgede yığınak yaptıklarıdır. Düşman, bulunduğu bölgeden yürüyüş kol başlarımıza taarruz edecek mi ya da savunma için bekleyecek mi? Bu durumun bütün komutanlarca düşünülmesi ve anlaşılmağa çalışılması gereklidir. Bu nedenle yürüyüş disiplini ve savaş hazırlığı esas olmalıdır.
Bu yüzden yürüyüşün geç kalması veya mesafenin az olması önemli değildir. Bilakis her iki ordunun birinci çizgide fazlaca tümen bulundurması ve irtibatın sağlanması lazımdır! Durumu Ordu komutanlıklarına bildirelim. Gerekirse Akhisar ve Manisa önlerinde iki orduyu bir araya getirir, birlikte düşmanın son savunma çizgisini geçeriz. Mutabık mıyız?
 Tüm Paşalar bir ağızdan onayladılar;
—Mutabıkız!
—Başka bir şey yoksa Salihli’ye dönelim ve gelen raporları görelim.
Paşalar bu görüşmelerin çok yararlı geçtiğine inanıyorlardı, ancak düşmanın direnip direnmeyeceği sorunu halen kafalarda bir soru işareti olarak duruyordu.
Birlikte otomobillerine binerek, Eylül ayının serinlettiği akşam saatlerinde Adala’nın güneyinden kıvrılıp geçen Gediz nehri boyunca uzanan tozlu yoldan Salihli’ye doğru ilerlediler.
Umarım bu tarihi evin öyküsü müze kurma çalışmasını yapacak olanlara yol gösterici olur ve açıldığında ziyaretçiler de mutlu ayrılırlar “Atatürk Müzesi”nden..

Mustafa Uçar
Araştırmacı Yazar